MASALLI GECELER[1]
(Not: Çocukluğumda annem, babam ve amcamdan dinlediğim, unutulmaya yüz tutmuş masalları, sonraki kuşaklara iletebilmek ve masalı anlatanların yaşamlarından, kimi zaman, benimde paylaştığım kesitleri, o günün yaşam koşul ve olanaklarından da söz etmek suretiyle anılaştırmak amacıyla kaleme aldığım bu yazı ve devamını, “Dev Elmayı Yemiş” (Masallı Geceler) başlığı altında kitaplaştırdığımdan; kitabın ilk bölümü ile üçüncü bölümünden oluşan bu yazının başlığını da, kitabın adına uygun olarak değiştirmiş bulunuyorum.)
Rahmetli babam, fırtınanın getirdiği kar yığınlarının kapının eşiğini doldurduğu gecelerde, pencerenin önündeki sedire bağdaş kurar; kok kömürü sobasının üzerindeki kestanelerin çıtırtısını dinlerken, çayından bir yudum alır ve sözlerine şöyle başlardı:
“ – Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pire berber iken, deve tellal iken…”.
Babamın evde olduğu geceler, yalnızca kar fırtınasının en azılı olduğu zamanlardı. Diğer kış gecelerinde, erkekler, mahalle kahvehanesinde oyun oynar; kadınlar da, evlerin birinde toplanırlardı. Biz çocukların yeri ise, annelerimizin yanıydı. Böyle gecelerde, yan odada, gazocağı üzerinde, bulgur (buğday, mısır ve nohut) kaynatılır (bu karışıma, hedik de denilirdi) ya da mısır patlatılırdı. O zamanlar, kasabada, hazır pişmaniye satan yer yoktu. Bu yüzden; kimi zaman da, bulgur kaynatmak ya da mısır patlatmak yerine, içinde un serili bulunan geniş bir tepsi içinde, halka şekli verilmiş ağda kıvamındaki şeker eriyiği sündürüle sündürüle, pişmaniye çekilirdi. Sündürüldükçe de, üzerine içine alması için un serpilirdi. Tepsinin kenarına dizilen bizler, iki ellimizle tuttuğumuz halkayı örselemeden sıkarak, hafifçe sündürmek zorundaydık. Her sıkıp sündürme işleminden sonra halka, bir öncekinin tuttuğu yer bir sonrakinin önüne gelecek şekilde döndürülürdü. Sıkma ve sündürme işlemi halka genişleyip tepsinin şeklini alıncaya dek devam ederdi. Halka genişlediğinde de, sekiz şeklinde katlanır, yeniden sündürülmeye başlanırdı. Bu iş, una bulanmış şeker ağdası tel tel dökülünceye dek onlarca kez tekrarlanırdı. Sündürme işi çok dikkat ve beceri isterdi. Yoksa, halka en zayıf yerinde kopabilir, o zamana kadar olan tüm emekler boşa gidebilirdi. Onca emeğe karşın evde çekilen pişmaniye, hiçbir zaman, çarşı pişmaniyesi gibi kar beyazı olmazdı. Bunun sebebi, kullanılan unun içerdiği kepek oranıydı. Ha, bu arada, gündüzden, hazırlanan kavurgayı da unutmamak gerekir. Annelerimizin, buğdayı altında saman ateşi yanan saç üzerinde kavurarak yaptığı kavurga, bu kış gecelerinin vazgeçilmez eğlenceliğiydi.
Kaynatılan bulgur, patlatılan mısır, gündüzden hazırlanan kavurga, çekilen pişmaniye ortaya konulunca; biz çocuklar, etrafında bağdaş kurar; bir yandan yiyeceklere saldırırken, bir yandan da annelerimizden masal anlatmalarını isterdik. Annelerimiz, kimi zaman, bizi susturmak amacıyla ve isteksizce; kimi zaman da, gönüllü olarak, masal anlatırlardı. Dinleye, dinleye ezberlediğimiz tüm bu masallara, aynı sözlerle başlanırdı:
“ – Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pire berber iken, deve tellal iken…”.
Ben, o zamanlar, ne evvel zamanın hangi zaman olduğunu, ne de kalburun nasıl olup da samanın içine girdiğini; pirenin berber, devenin de tellal olduğunu anlayabilirdim. Ama, yine de, kim bilir kaçıncı kez anlatılan masalı, gaz lambasının devleştirdiği gölgelerimizin yarattığı sihirli hava içerisinde, zevkle dinlerdim; hatta, kimi zaman, anlatılanların uzunca süre etkisinde kaldığım olurdu.
Çok zaman sonra anladım ki; evvel zaman, bilinmeyen zamanmış; kalburun samanın içine girmesi; pirenin berber, devenin tellal olması da, anlatılanların gerçek yaşamla ilgilerinin olmadığını söylemek içinmiş.
Kar, yine, kapıların (hiç değilse, apartman kapılarının) eşiğini dolduruyor. Ancak; artık, ne kömür sobaları, ne de gaz lambaları var. Kestaneler de, ya suda haşlanıyor, ya da elektrikli fırınlarda pişiriliyor. Yani, çıtırtılarını dinlemek ne mümkün. Şimdilerde, kadınlar evlerde toplanmıyor; bulgur kaynatma, kavurga kavurma ve pişmaniye çekme işlerini, anımsayan yok gibi; herkes, kendi evinde, koltuğuna kurulmuş; bir elinde, bardak; diğerinde ise, kuruyemiş, mısır patlağı vs., hiç konuşmadan, gözlerini aynı noktaya dikmiş, bakıyor: Televizyon ekranına.
Bizim kuşak, televizyonla, altmışlı yılların sonlarında tanıştı. Hatırlıyorum da, ben televizyonu ilk kez, Ankara Garı’nın salonunda, giriş kapılarından ortadakinin üzerindeki bir platforma konulmuş ekranda seyrettim. Ankara Garı’nın salonunu bilenler bilir; oldukça geniş bir alan. O günlerde, trenlerinin hareket saatini bekleyen kalabalık, ekranın önünde, ayakta, çıt çıkarmadan, öylece, siyah beyaz ekrana bakardı. Belki, o ekran yüzünden trenini kaçıranlar da olmuştur; kim bilir? Evlerimize ise, televizyon, ancak yetmişli yılların başlarında ve siyah-beyaz ekranıyla girebildi. Televizyonun zuhurundan önce, biz, uzaktan görüntünün, masallardaki sihirli kürelerle olanaklı olduğunu sanırdık. Ortaokulun ilk yıllarında bir büyüğümden işitmiştim. Bir alet icat edilmiş. Bu alet sayesinde, Japonya’daki insanları buradan görebilmek olanaklıymış. Dünyanın yuvarlak olduğunu, ışığın da düz çizgi halinde hareket ettiğini öğrenmiş olduğumdan; buna, o tarihte, bir türlü akıl erdirememiştim.
Televizyonun evlere girmesinden sonra, masal anlatma ve dinleme alışkanlığı, yavaş, yavaş, unutulmaya başlandı. O zamanlar, Ankara’da olağan sayılan elektrik kesintilerine çok kızardık. Ama; şimdi hatırlıyorum da, o kesintiler sayesinde, çocuklar bir süre daha, büyüklerinden masal istemeyi sürdürdüler. Elektriğin kesildiği böyle gecelerde, oğlumla kızım, henüz, birçok evde varlığını koruyan, sobanın etrafında yerlerini alır ve, bir ağızdan, “-Baba, masal!” tekerlemesine başlarlardı. Masalların, “- Ya işte, gördünüz mü? Sonunda, bana muhtaç oldunuz.” diyebildiği zamanlardı, bu kesintili geceler. Şimdi bile, yetişkin, meslek sahibi kızım, kazara elektrik kesintisi olsa; karanlıkta, hemen, artık olmayan sobanın etrafında yerini alıyormuş gibi, halının üzerine bağdaşını kurar; “- Hadi, baba, masal…” diye başlar: O günlerden kalma alışkanlık.
Çoğalan baraj sayısı ve yeni kurulan santraller, elektrik kesintisini tarihe karıştırdı. Doğalgaz da, kömür sobaları için, aynı sonu hazırladı. Arkasından; bilgisayar ve internet, televizyonsuz zamanları doldurdu. Sonuç; masallı gecelere elveda…
Evet, büyük çoğunluğumuz, masallı gecelere elveda dedi; ben diyemedim. Daha doğrusu, demek istemedim. Yıllardır, babamdan, annemden, amcamdan ve komşularımdan dinlediğim masallardan hatırladıklarımı yazma ve sonraki kuşaklara iletme arzusu, hep içimde oldu. Mesleğimin iş yoğunluğundan olsa gerek, bu arzumu gerçekleştirmeyi şimdiye kadar başaramadım. Şimdi, ne derece başarabilirim; masalın yazılması, anlatılması kadar kolay mı bilmiyorum. Yalnızca, denemek istiyorum.
O, BİR GAZİ İDİ.
Amcam, “Bir varmış…” diye sözlerine başladığında, biz, ailenin küçükleri, sedirin önünde, sağdan soldan getirdiğimiz minderlerin üzerinde, çoktan yerimizi almış olurduk. O ise, kurmalı, sarkaçlı duvar saatinin altında, sırtı yastıklarla desteklenmiş, sedire bağdaş kurar; sözlerine başlamadan önce, yeleğinin cebinden köstekli TCDD saatini çıkarıp, kapağını açarak, zamanı kontrol ederdi.
Amcam, ailenin en büyüğüydü. Babamdan, onbir yaş büyüktü. Evlerimiz ayrı olmasına karşın, her dini bayramın sabahında, onun evinde toplanır; bayram yemeğini birlikte yerdik. Kış ve yılbaşı gecelerinde de, küçük, büyük, genellikle, amcamın evinde toplanılırdı.
O zamanlar, ellibeş – altmış yaş civarında olmalıydı. Genç sayılabilecek yaşına karşın, pek uzun olmayan, kırlaşmış sakalı vardı. Zaman, zaman sakalını tarar; tarayamadığı zamanlarda ise, biçiminin bozulduğu endişesiyle olsa gerek, sağ eliyle, sıvazlayarak düzeltirdi. Başından kasketi, namaz vakitleri dışında, eksik olmazdı. Eksik etmediği başka bir aksesuarı da, bastonuydu. Bastona gerçekten ihtiyacının olduğunu sanmıyorum. Bana göre, bastonunu, bir üstünlük simgesi olarak kullanıyordu: Sanki; “Bakın, bu ailenin büyüğü benim; burada, benim sözüm geçer.” demek istiyordu. Ailenin diğer fertleri de, bunu hissetmiş gibi, amcama saygıda kusur etmezlerdi. Üç buçuk dört yaşlarında idim. Amcamın küçük oğlu ile evli bulunan büyük ablamı görmek için, annem, küçük ablam ve ben, Polatlı’ya gitmiştik. O günlerde, Polatlı Belediyesi, İstasyon Caddesindeki kapalı Sakarya Sinemasında, toplu sünnet yaptırıyormuş. Dün gibi hatırlıyorum. Amcam, beni, tuttuğu gibi, annemin itirazına fırsat vermeden, rengarenk balon ve kağıtlarla süslü, karyolaların doldurduğu sinema salonunda, yakınlarının kollarında korkudan ağlayan, sızlanan çocuk kalabalığının ortasında işini yapan sünnetçinin önüne götürdü. Çok sonraları annemin söylediğine göre, tek oğlunun sünnet düğününü yapamadığı için, babam, buna, çok kızmış. Ama, yine de, “ağa” sına hiç bir şey belli etmemiş, edememiş…
Amcam, uzun boylu sayılmazdı; kısa da değildi. Uzun süren askerliği sırasında katıldığı savaşlarda kaybetmediği sağ gözünü, bir tren kazasına kurban vermişti. Oniki yıl askerlik yaptığını söylerdi. Balkan Harbi sırasında alındığı askerlikten Kurtuluş Savaşı sonunda dönebilmiş. Bu süre içinde, cepheden cepheye koşmuş; düşmanla göğüs göğüse, süngü süngüye vuruşmuş; başının üzerinden geçen kurşunların vızıltısına olağan sayacak kadar alışmış; aç susuz kalmış; ileri komutu ile ve var gücü ile hedefe saldırırken, yanı başında patlayan bombanın şarapnellerinden kendisini korumayı bilmiş; yanında şehit olan, kolunu bacağını kaybeden arkadaşlarını görmüş. Yirmiiki gün yirmiiki gece süren Sakarya Meydan Muharebesi sırasında, çarpıştığı Polatlı Cephesinden, görevle, Ankara’ya gönderildiğinde, görevini başarı ile tamamlamış; ancak, dönerken, görkemli Abdüsselam Dağının güney eteğinde ovayı sulayan Ankara Çayının kenarından kıvrıla, kıvrıla ilerleyen trende, Sincan’dan sonraki ilk istasyon olan, Esenkent’ten iki kilometre mesafedeki Esenler Köyünde bulunan ailesinin yıllardır süren hasreti ağır basmış; ayakları, onu, trenden inmeye zorlamış. Alacakaranlıkta, düz damlı (bizim yörede, kamış üzerine serilen çorak toprağın sıkıştırılması ile yapılan, bu düz damlara ‘kaş’ denirdi) kerpiç yapının kapısını açan kadın, zayıf, uzun boylu anası Fatma değilmiş; kısa boylu şişman bir yabancıymış. Kısa boyu ve şişman vücudu ile bir tür yer mantarı olan dolamana benzetildiğinden, etrafındakilerce, “domalan ebe” diye çağrılan bu kadını, ilk kez, görüyormuş. Yaşmağıyla yüzünü, tek gözü açıkta kalacak biçimde, kapatan kadını, elindeki yağ kandilinin kapıdan giren hafif esintinin etkisiyle iyiden iyiye titrekleşen solgun ışığında, tanımaya çalışmış; ancak, tanıyamamış. Kadın da, onu tanımamış. Geriye dönüp, Güdül şivesiyle, içeri seslenmiş: “- Ahmaat!..”. Gelen, dedemmiş. Dedem, akşamın bir vaktinde kapıyı çalan bu askeri, yağ kandilinin ışığında, sağ eli kırlaşmış sakalında, uzun, uzun, süzdükten sonra, “- Hasan, sen misin oğul?” diyebilmiş. Yıllardır görmediği oğlunu güçlükle tanımış. Gözleri dolan oğlunu kucaklayan dedem, neden sonra, yabancı kadını göstererek, “- Ananın elini öpmeyecek misin?” dediğinde; amcam, yüreğinin acıyla sıkıştığını hissetmiş; yıllardır görmediği, bir an önce ellerinden öpebilmenin hasretini çektiği anacığını, bundan böyle de göremeyeceğini anlamış. Ortalıkta, eşini de görememiş; terbiyesi gereği, babasına da soramamış. Gözlerinin aranmasından, anlayan dedem, amcamın yanına yaklaşıp, elini omzuna koymuş ve “- Oğul!..” demiş, “- Allah sana uzun ömür versin. Anandan sonra, karını da kaybettik. Bir yıl kadar oluyor…”. Bu kez, amcam, yüreğinin kızgın bir kasatura ile dağlandığını hissetmiş; ağlamak istemiş; yapamamış; gözyaşlarını içine akıtmış.
Köyde geçen üç günde, kız kardeşleri Fatma, Hatice, Ayşeyle ve en küçükleri olan oğlan kardeşi Kasımla hasret gidermiş; ancak, bu, ona pahalıya mal olmuş. Cepheye dönerek, susuzluğunu, Duatepe’de bozguna uğrattıkları düşmanı, Frigler’in Başkenti Gordion (Yassıhöyük) önlerinde, döktükleri Sakarya Nehrinde gidermesine karşın, yıllar sonra, dağıtılan gazi madalyası ve maaşı, bu üç günlük hasret giderme ziyareti yüzünden, ondan esirgenmiş. Ziyaret, siciline, üç gün firar olarak geçmiş. Buna çok üzülürdü. Yine de, belli etmemeye çalışarak; “- Olsun; sonunda, zalim Yunan’ı, önce Sakarya’ya; sonra da, denize döktük ya… Onlara, Türk’ün ve Türklüğün yenilmezliğini; Mustafa Kemal’in aslanlarının gücünü gösterdik ya… ” derdi. O zamanlar, civar köylerinde, Yunan işgalini, kısa sürü de olsa, yaşamış olan Polatlı halkı, işgalciler için, “Zalim Yunan” sıfatını kullanırdı. Bizler, bu sıfatı duyarak yetişmiştik.
Büyük hayranlık duyduğu Gazi Mustafa Kemal Paşanın Cumhuriyeti ilan etmesinden sonra, eve dönüp yeniden evlenen amcam, işçi olarak girdiği TC. Devlet Demir Yollarında, bir tür sivil rütbe olan, yol çavuşluğuna kadar yükselmiş. Tanıyanların, onu, “Hasan Çavuş” diye çağırmaları bundandı. Köstekli saati de, o günlerden kalma hatıraydı. Bu arada, önce, Esenler Köyünden beş altı kilometre uzaklıktaki, benim doğduğum köy olan, Polatlar Köyüne; yıllar sonra da, Polatlı’ya taşınmış; orada, istasyona yakın bir yerde, bugün üzerinde Belediye binası bulunan arsanın eski sahibi, “Hanım”ın hanlarının arkasında, bir ev de satın almış.
Sonradan uzun yıllar girip çıktığım bu ev, dar ve uzun bir avlunun etrafına dizilmiş kerpiç yapılardan ibaretti. Avluya iki kanatlı büyücek bir kapıdan girilirdi. Kapının hemen sağında bir tuvalet, onun bitişiğinde, iki odalı küçük bir yapı vardı. Bu yapının kapısının önünde bir dut ağacı yükselirdi. Dut ağacı, sanki yapının içinden çıkıyormuş gibiydi. Büyük giriş kapısının solunda, pencereleri sokağa bakan iki odalı bir yapı daha vardı. Amcam, nenemle birlikte, evi satmadan önceki son zamanlarını bu iki gözlü yapıda geçirdi. Bu yapının bitişiğinde tandırevi vardı. Tandırevi, aynı zamanda kiler vazifesini gören, hemen kapının karşısındaki tandırda bazlama ve gözleme pişirilen yerdi. O zamanlar, henüz aile tam olarak çarşı ekmeğine alışmış değildi. Dahası, tandırın saman aleviyle kızgınlaşan sacın üzerinde bazlama pirişmek, zahmetli ama daha ucuza gelmekteydi.
Tandır, yere kazılmış, 70-80 cm derinliğinde, yarım metreden biraz fazla çapta silindirik bir çukurdu. Ön kısmında, bir metre ileride açılan havalandırma kanalı bulunurdu. Tandır, saman ya da daha irisi olan saçkı yakılarak kızdırıldıktan sonra, dışbükey bir sac ile kapatılırdı. Önündeki açıklıktan da, zaman zaman, saman veya saçkı atılırdı.
Bazlama pişirmek, dediğim gibi, zahmetli bir uğraştı. O zamanlar, un fabrikadan değil, değirmenden gelirdi; bu yüzden de kepekliydi. Un, bir önceki akşamdan, ince elekte elenerek, kepeklerinden arındırılır; sonra da, ağaçtan oyulmuş tekne içerisinde karılarak mayalandırılırdı. Mayalı hamurdan alınan irice bir elma büyüklüğündeki parça, pinpon raketine benzer, ancak biraz daha büyük, ‘yaslağaç’ denilen, yekpare bir tahta alet üzerinde, elle yassıltılarak daire şekline getirildikten sonra, kızgın sacın üzerine konulur ve sacla temas eden yüzü piştiğinde sacla arasına ‘bisleğeç’ adı verilen, spatulaya benzer, ama sapı daha uzun, tahta veya madeni alet sokularak çevrilirdi.
Taze bazlamanın kokusuna ve tadına doyum olmazdı. Hele, ortasından bıçakla dikine yarıp arasına tereyağı sürüldüğünde, yemeden durabilene aşkolsun.
Tandırevinde, kimi zaman da gözleme yapılırdı. Gözlemenin yapılması, bazlamanınkinden daha zahmetliydi. Bazlama hamuru gibi karılan hamurdan alının elma büyüklüğünde parça, bacaklarının uzunluğu on santimi geçmeyen, ‘yemek tahtası’ da denilen, küçük bir tahta masada oklavayla açılır; yeterince açıldığında da, üzerine bir tavada eritilmiş tereyağı sürülüp iki kenarından gömlek katlar gibi katlandıktan sonra yeniden yağ sürülerek, bu kez diğer kenarlarından aynı şekilde katlanırdı ve oklava ile hafifçe açılıp sac üzerine konulurdu. Bisleğeçle de çevrilerek pişirilirdi. Pişen gözleme üzerine, yeniden yağ sürülerek, bir tarafa ayrılırdı. O zamanlar mutfak aletleri bugünkü kadar gelişmiş değildi. Yağ sürmek için tavşanayağı kullanılırdı. O da kolay bulunur nesne değildi. Çünkü, bugünkü gibi tavşan çiftlikleri yoktu. Tavşan ayakları, avcılardan temin edilerek, kullanılabilecek hale getirilirdi. Kimi zaman da, gözlemenin içine, patates, yumurta, kıyma, peynir, domates, biber ve maydonozdan oluşan karışımlar konularak, çeşitlendirilirdi. Sactan yeni indirilmiş gözlemenin bugün dahi beynimin derinliklerinde duran kokusu, taa sokaktan duyulurdu.
Tandırevinin ilerisinde, ağır çıkrığıyla, su kuyusu vardı. Kuyu öylesine derindi ki (ya da o zamanlar bana öyle geliyordu) dibi, gündüz bile zor görülürdü. Suyu da acıydı. Bu yüzden içmede kullanılmazdı. Çamaşır, halı yıkamada ve diğer temizlik işlerinde kullanılırdı. Bir de, yaz günlerinde karpuz soğutmada.
Evin ana yapısı, avlunun dibinde yer almıştı. O da, diğerleri gibi, kerpiçtendi. Kuyunun hemen yanındaki sekiz-on ayak merdivenden, önce sundurmaya çıkılırdı. Sundurmanın önünde ve sol yanındaki tırabzanlara yaz aylarında sarmaşıklar dolanırdı. Yapı üç odadan ibaretti. Giriş sobanın bulunduğu orta odadan olurdu. Orta oda, gerçekte küçük bir sofaydı. Sofaya iki odanın kapısı açılırdı. Girişte sol taraftaki, yatak odası; sağ taraftaki de, oturma odası olarak kullanılırdı. Amcam, masallarını, büyükçe olan bu odada, tam karşıda sedirde otururken anlatırdı.
Bu evin iki şeyi, beni cezbederdi. İlki, dut ağacı; ikincisi de su kuyusu. Dut mevsimi olsun olmasın, bu ağacın üzerinde vakit geçirmek, benin çok hoşuma giderdi. Dut mevsiminde avlunun taş zemini üzerine çarşaflar serilirdi. Ben de, ağaç üzerinde dallara ayaklarımla vurarak, olmuş dutun çarşafların üzerine dökülmesini sağlardım. Aşağıdakiler çarşafa dökülenleri toplarken, ağacın tepesine kadar çıkar, en olmuşlarını bir güzel mideme indirirdim. Kuyuda beni çeken şey, sanırım, ilginçliğiydi. Etrafta, böylesi pek fazla yoktu. Zaten, altmışlı yılların başında, belediye sokak çeşmelerini kaldırdıktan sonra, herkes avlusuna şebeke suyunu almış; dolayısıyla, kuyulara pek ihtiyaç kalmamıştı. Ama, amcamın kuyusu, avlusunda, neslinin tek ve son örneği olarak, bir abide gibi, uzun yıllar öylece kaldı. İnsanı, hem çeken, hem de ürküntü veren görüntüsü, hala gözlerimin önünde durmaktadır.
Tarihini tam hatırlayamıyorum; sanıyorum, kırklı yılların birindeymiş. Sıcak bir yaz günü, Karaboğaz’da, raylar üzerinde yorucu bir çalışmadan sonra, öğle paydosu vermişler. O saatlerde gelmesi gereken tarifeli bir tren olmadığından, dekovil raylar üzerinde bırakılmış. İşçilerle birlikte, bodur bir ağacın gölgesine oturmuş, çıkınını açarak öğle yemeğini yemiş. Daha sonra da, her zaman yaptığı gibi, sol cebinden, madeni tabakasını çıkarıp, içinden aldığı ve sol elinin işaret ile başparmağı arasında yağmur oluğu biçimi verdiği sigara kağıdına özenle tütün yerleştirmiş ve kıvırarak sigara haline getirip, diliyle kenarını ıslattığı sigara kağıdını yapıştırdıktan sonra, ağızlığına yerleştirdiği sigarasını, keyifle içmiş. İşte, bu keyif, bütün yorgunluğunu alıyormuş. Sıcağın da etkisiyle olsa gerek, göz kapaklarına çöken uykunun etkisiyle, ağacın gövdesine yaslanmış ve gözlerini kapatmış. Kendinden geçmiş. Son hatırladığı, o cehennemi gürültü imiş. Sanki, büyük bir deprem olmuş, gök kubbeyi tutan direkler yıkılmış; gök kubbe, büyük bir gürültü ile üzerlerine çökmüş.
Gözlerini açtığında, ne bulunduğu yeri tanıyabilmiş, ne de etrafındakileri. Hangi günde olduğunu da bilmiyormuş. Neden sonra, bir karyolada yattığını; yanındaki sandalyede de, kardeşinin oturduğunu anlayabilmiş. ”Kasım!” demiş, babama, “Ne oldu bana, neredeyiz?”. Babam, tarife dışı bir trenin, raylar üzerinde bırakılan dekovile çarparak parçaladığını; kopan parçalardan birinin, fırlayarak, uyumakta olan kendisine çarptığını, onu yormadan, anlatmaya çalışmış.
O zaman, anlatılanların ne kadarını anlamış bilmiyorum. Babamın anlattığına göre, daha uzunca süre, Eskişehir Devlet Demiryolları Hastanesinde kalmış. Bir ara, kendisinden umut bile kesilmiş. Sonunda, bu korkunç kazadan, bir gözünü kaybederek, kurtulmuş. Hastanede, kaybedilen göz yerine, protez takmışlar. Protez göz, diğer gözünden küçük olduğundan, ilk bakışta, belli olurdu. Amcam, kimi zaman, bu gözünü çıkarır, bizim yanımızda, yıkardı. Çocukluktan olsa gerek, bu bize oldukça ilginç görünürdü. Sanki, sihirbazlık yapıyormuş gibi gelirdi.
Bu kazadan sonra, TCDD, amcamı, vazife malulü olarak emekliye sevk etmiş. O gün için, oldukça iyi emeklilik maaşı aldığı söylenirdi. Söylenirdi diyorum; çünkü, hiç kimse, nenem dahi, tam olarak ne kadar emekli maaşı aldığını bilmezdi. Ancak; maaşını çok idareli harcadığı bilinirdi. İsrafa hiç tahammül edemezdi. Hele, ev halkının, gereksiz yere, elektrik lambalarını açık bırakmalarına çok kızardı. Kızdığı zaman da, en çok kullandığı cümle, “Alem deliye, biz akıllıya hasretiz.” olurdu.
Amcamın bana özel bir ilgi gösterdiğini bilirdim. Belki; tek erkek kardeşinin tek erkek çocuğu olduğumdandır; bilmiyorum. Sık, sık, ilerde ne olmak istediğimi sorardı. Ben de, ona, her defasında, “- Hakim olacam.” derdim. Güler ve “- Sen okursan, dağdaki tospağalar da okur.” derdi. Amcam, bunu, beni küçümsediğinden söylemezdi; aksine, beni, böyle söyleyerek, hırslandıracağını düşünürdü. Sanıyorum, etkisi de oldu. Dağdaki tospağalar okudu mu bilmem; ama, ben okudum.
Amcamın, masala başlamadan önce, köstekli TCDD saatine bakmasının sebebi, karşı duvardaki sergende duran üsten dikine düğmeli, pilli beyaz radyodan dinleyeceği haberlere ve elektriğin kesilme saatine ne kadar zaman kaldığını bilmek istemesidir. Pilli radyo dediysem; bugünkü transistörlü radyolardan değil. Yanında, her biri bir litrelik zeytinyağı kutusu büyüklüğünde, silindirik, iki pili vardı, radyonun. Ben, o zamanlar, Toprak Mahsulleri Ofisinin silolarına benzetirdim, bu pilleri. Bittiklerinde, yerine yenilerinin konulması, hemen, olanaklı değildi. Yeni pillerin Ankara’dan gelmesi, zaman alırdı. O zamanlar, Polatlı’da elektrik, Gümüşlü Geçidinin yanında, Askeriye lojmanlarının karşısında bulunan ve gürültüsü Polatlı’nın her köşesinden işitilen santralden verilirdi ve birçok evin yararlanamadığı elektrik, gece saat 24’de kesilirdi.
Köstekli saatini yeleğinin cebine koyan amcam, bu kez, ceketinin sol cebinden tabakasını çıkarır ve, aynı törensel hareketlerle, sigarasını sararak ağızlığına taktıktan sonra da, benzinli çakmağı ile yakıp, derin bir nefes çekerdi. Ciğerlerine doldurduğu dumanı üflerken, “- Kerziban!” diye seslenirdi, neneme: “- Çocuklara, yemiş, fındık, fıstık getir.”. Biz, o zamanlar, amca hanımına nene derdik. Nenemin adı, gerçekte, “keziban”dı; ancak, Güdül ağzıyla, böyle seslendiriliyordu. Benim, nenemin gözünde de ayrı bir değerim vardı. Yıllar sonra, evlenip çoluk çocuğa karıştığımda, amcamın Sincan’daki evine, sık sık, ziyarete giderdik. Bu evi, büyük oğlunun ölümünden sonra Polatlı’da duramayan amcam, oradaki evini sattıktan sonra almıştı. Bahçesinde meyve ağaçları olan, iki katlı, eski bir evdi. İlkbaharda, ağaçların altını laleler renklendirirdi. Amcam, bu eve taşındıktan sonra, bir de köpek edinmişti. Bu yüzden; o tarihte, henüz çok küçük olan oğlum ve kızım, amcama, “köpekli dede” derlerdi. Köpek, amcama öylesine bağlıydı ki; onun vefatından sonra, ancak bir hafta yaşayabildi.
Her dini bayramda, nenem, üç tepsi kadayıf pişirirdi: İkisi büyük, biri küçük üç tepsi. Büyük tepsilerden ilki, bayramın birinci günü gelen çocuklarıyla sayılarını tam bilemediği torunları içindi. İkinci büyük tepsi, bayramın ikinci günü gelecek olan eş ve dostlar ile ortanca ablama ayrılırdı. Küçük tepsi ise, benim içindi. Biz çocuklarla, bayramlaşmaya, geleneksel olarak, bayramın üçüncü günü giderdik. Bunu, onlarla daha uzun ve rahat sohbet edebilmek için yapardık. O zamana kadar, tüm ziyaretler yapılmış, ev tenhalaşmış olurdu. Nenem, benim tepsime, biz gelinceye kadar, kimseyi dokundurmazdı. Bir keresinde, Yüksel ablam, “Ben, Turgut’un tepsisinden istiyorum,” diye tutturmuş; ancak, tepsiye dokunmak mümkün olamamış. Nenem, tepsiyi, kahramanca, korumuş. O, bu olayı, gururla; ablam ise, biraz üzüntü, biraz da kıskançlıkla anlatırdı. Yer sofrasına hazırlanmış bayram yemeğinden sonra kalaylı bakır siniye konulan kadayıf tepsisine, bu olayı dinlerken, keyifle bakar ve yemeye başlardık.
Bizim, nenemin getirdiklerini herkesten önce kapma telaşıyla, sergilediğimiz itişip kakışmalar, amcamın, sihirli “Bir varmış,…” larıyla durulur; dişlerimiz arasında çıtırdayan çerezin sesinden başka ses duyulmaz olurdu. Bir de, amcamın “bir varmış, bir yokmuş”ları:
“ – Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pire berber iken, deve tellal iken; ben, babamın beşiğini, tıngır mıngır, sallar iken; beşik düştü devrildi. Annem, aldı maşayı; babam, aldı kaşağıyı; dolaştım dört köşeyi…”.
Bu tekerlemesiz masal olmayacağını bildiğimiz; hatta, her masalın öncesinde duymaktan zevk aldığımız halde; bu tekerlemenin bin an önce bitmesini ve masalın başlamasını sabırsızlıkla beklerdik. Amcam, sözcüklerin üzerine basarak; özellikle de, maşa sözcüğünün ikinci “a” sını, sanki üzerinde uzatma işareti varmışçasına uzatarak; kaşağı sözcüğünü ise, “ğı” hecesini düşürerek söyler ve anlatmayı sürdürürdü:
“ – … Gele, gele, bir zamanlar Osmanlı Devletine payitahtlık yapan İstanbul kentine geldik.”.
İstanbul’un uzak köşelerinden birinde, keçinin bile zorlukta tırmandığı bir kayalığın üzerinde, kerpiçten yapılmış tek odalı bir kulübede, yaşlı bir ana ile kundura tamirciliği yapan oğlu yaşarmış. Kulübenin kapısı öylesine alçakmış ki, iki büklüm olmadan girmek mümkün değilmiş. İçerisi ise, loş mu loş imiş. Odayı, çerçevesiz, küçük bir cam parçasının sıvayla tutturulduğu bir delikten giren soluk gün ışığı aydınlatıyormuş. Geceleri ise, çoğunlukla, kandile koyacak yağ bulamadıklarından, erkenden yatıp uyurlarmış. Ancak; yağmurlu gecelerde, bu da pek mümkün olmazmış. Zira; yağmur yağdığında, kamış sergi üzerine çorak toprak dökülerek oluşturulan düz dam, zamanında aktarılmadığından, akarmış. Anayla oğlunun, akan damın altına koyacak, içinde hem yemek pişirdikleri, hem de pişirdikleri yemeği yedikleri, isli çömleklerinden başka kap kacağı yokmuş. Esasen, pişirecek pek de bir şey bulamazlarmış. Çoğunlukla; bu çömlekte, yaşlı annenin kırdan topladığı madımak, ebegümeci, tekecen gibi otlarla kaynattıkları suya kuru ekmek doğrayarak, sapı kırık tahta kaşıklarla içerlermiş. Eti, ancak, kurban bayramlarında görürlermiş.
Günün tüm yorgunluğundan sonra, karnını suya doğranmış ekmekle doyuran oğul, her zaman yaptığı gibi, odanın bir köşesindeki yatağına uzanır, içini çeker ve;
“- Ahhh! Bir on param olsaydı. Gidip, Hindistan Padişahının kızını alırdım. Nerede, bende o şans?” dermiş.
Her gün aynı serzenişi oğlunun ağzından duymaktan bıkan yaşlı anne, yağ kandilinin solgun ışığında, oğlunun yüzünü seçmeye çalışarak;
“- Ah benim, gönlümün tahtı, gözümün nuru oğlum. Hoş dersin, güzel dersin; amma, sen kim, Hindistan Padişahının güzelliği dillere destan, ay parçası kızı kim? Seni, kapılarına kul diye de almazlar. Değil kapılarına kul almak, saraylarına bir fersah dahi yanaştırmazlar. Hem, on parayı nereden bulacaksın? Kim verir sana bu parayı?” diye seslenirmiş.
Böyle söylemesine söylermiş de; ana yüreği, dayanamazmış; içten içe, oğlunun bu haline yanar, ağlarmış. Ama, yanmak da, ağlamak da, para etmezmiş; elinden bir şey gelmezmiş. Gözyaşlarını içine akıtarak, uzandığı yatağında, öylece uyuyakalırmış.
Oğul, bu arzusunu, yalnızca, anasına söylemekle kalmazmış; her fırsatta, çarşı esnafına da tekrarlarmış:
“ Ahh! Bir on param olsa da, gidip Hindistan Padişahının kızını alsam.”.
“Ah”ı öylesine içten çeker, öylesine duygu yüklü söylermiş ki; duyan çarşı esnafının yüreği parçalanırmış. Kimi zaman, dalar; köşebaşındaki tezgahında, çekicinin her vuruşunda çıkardığı sesin sihrine kapılır; aynı sözleri, bir şarkı gibi mırıldanmaya başlarmış. Kimi zaman da, gözlerini, sokak arasından görünen uzaktaki denizde süzülen yelkenlilerin direklerine diker; elinde çekici, öylece kalırmış.
Gel zaman, git zaman; çarşı esnafından biri, oğlanın bu halinden sıkılmış ve onu yanına çağırmış. Nasıl olsa söylediğini yapamayacağını düşünerek, alaycı bir ifade ile;
“- Al bakalım, sana, on para. Hadi git, Hindistan Padişahının kızını al da görelim.” demiş ve eline on parayı tutuşturmuş.
Oğlan, avucunun içine konulan on parayı, bir süre, biraz şaşkınlık, biraz da hayranlıkla seyretmiş. Olana inanamıyormuş gibi, etrafına bakınmış; ne diyeceğini, ne yapacağını bilememiş. Meraklı çarşı esnafı da, ona bakıyormuş. İçlerinden birinin;
“- Bak, işte on paran var artık. Ne duruyorsun? Git, istediğin kızı al.” demesiyle kendisine gelmiş.
Kendisine gelmesine gelmiş de, bir süre daha ne yapacağını bilememiş. Sonra, tezgahına dönmüş, aletleri toplamış. Topu topu, büyükçe bir sandıktan oluşan alet edevatını, önünde çalıştığı dükkanın sahibine emanet ederek, limanın yolunu tutmuş.
Şansı varmış. O gün, Hindistan’dan baharat ve değerli kumaş getiren bir yelkenli, limanda demirlemiş, yükünü boşaltıyormuş. Bir ileri, bir geri, bir süre, o civarda dolaşarak, etrafı gözetlemiş. Yelkenlinin güvertesinde, iri yarı biri, sağa sola emirler yağdırıp; yükü boşaltan hamallara, yüksek sesle, dikkatli olmalarını, yüklerini denize düşürmemelerini söyleyip duruyormuş. Adamın üzerindeki giysilerin süsünden ve görkemli duruşundan, yelkenlinin kaptanı olduğunu düşünmüş ve, çekine çekine, yanına yaklaşmış. Adam gürlemiş:
“- Hey sen! Ne arıyorsun orada? Görmüyor musun? Hamalların yolu üzerinde duruyor, onlara engel oluyorsun!”
Oğlan:
“- Şey efendim…” diyebilmiş.
“- Ne demek, şey?” diye haykırmış adam. “- Amacın yük taşımaksa, yeterince hamal var. Sana ihtiyaç yok bu iş için. Hem, yük taşıyamayacak kadar çelimsizsin”.
“- Şey efendim…” diye yinelemiş oğlan. Titrek ve ürkek bir sesle devam etmiş: “-Hamal değilim… Ben, duydum ki, Hindistan’dan geliyormuşsunuz. Giderken, beni de alıp alamayacağınızı sormak istedim.”.
Bu yanıt üzerine, yüzü donuklaşan adam, bir süre, kısıklaştırdığı gözleriyle oğlanı süzmüş.
“-Hımmm…”, “- Ne yapacaksın Hindistan’da, bakalım? Seni orada bekleyen mi var?” diye sormuş.
“- Hayır efendim… Hindistan Padişahının kızını almaya gidiyorum.” diye yanıtlamış bizimki. Yanıtlamasına yanıtlamış ama, ardından, gök gürültüsü gibi bir kahkahayla irkilmiş; dediğine demediğine pişman olmuş. Tam dönmüş gidiyormuş ki, adam:
“- Dur bakalım… Şehzadem!” diye, yeniden gürlemiş. “Şehzadem” sözcüğünü öylesine bir tonda söylemiş ki, alay ettiği hemen belli oluyormuş.
Onları seyreden tayfalar ve hamallar, hep bir ağızdan, “Haşmetlü şehzadem” diye yaygaraya başlamışlar. Sonra da, basmışlar kahkahayı. Öylesine gülmüşler ki, hamallar, dayanamamışlar; karınlarını tutmak için yüklerini yere bırakmışlar; kimileri de, kaptanın onca ikazına karşın, yüklerini denize düşürmüşler. Kopan curcuna, limanın ilerisindeki sokağın sonundaki çarşı esnafını bile meraklandırmış. Ne olduğunu anlamak için, koşarak limana gelmişler. Olanı biteni öğrendiklerinde, onlarda, göbeklerini hoplata hoplata, gülmeye başlamışlar.
Neden sonra, kahkahalar durulabilmiş. İki eli dizlerinde, iki büklüm durumda gülmekte olan adam, yavaşça doğrulmuş. Bizimkine dönerek, babacan bir tavırla: “- Gel bakalım, Şehzadem… Seninle biraz konuşalım.” demiş ve elinden tutarak, yelkenlinin güvertesine çekmiş. “- Söyle bakalım… Paran var mı?” diye sormuş.
Oğlan:
“- Var efendim…” diye yanıt vermiş, “- On param var.”.
Kaptanın gülmeye mecali kalmamış; yoksa, kahkahalarlarını tutamayacakmış. Oysa; yalnızca gülümseyebilmiş.
“- Bak delikanlı.” demiş. “- Bu para, iskeleye çıkmana yetmez. Ama, mademki, bizimle gelmek istiyorsun; o halde, karın tokluğuna miçoluk yapman gerekecek.”.
Oğlan, sevinçten uçmuş. Utanmasa, sarığını havaya fırlatacak, arkasından sıçrayacakmış; kendisini güç tutmuş.
“- Yaparım efendim… Tüm yelkenliyi temizler, yerleri gıcır gıcır yaparım. Ne derseniz onu yapar, onu getiririm. Yeter ki, beni yelkenlinize alın; Hindistan’a götürün.”.
“- O halde, yarın şafak vakti, burada ol. Sakın geç kalma ha!.. Haydi şimdi git.” diyerek, oğlana yolu göstermiş kaptan. Ve, uzaklaşmakta olan delikanlının arkasından, eli sakalında, uzun uzun, bakmış; kafasını iki yana sallamış ve mırıldanmış: “- Deli çocuk…”.
Oğlan, sabahı zor etmiş. Gün ışımadan, kalkıp giyinmiş; yataktan daha önce kalkan anasının hazırladığı çıkını alıp, onunla vedalaşmış; elini öpmüş. Ana yüreği, canından değerli oğlundan ayrılmak istememiş; uzun uzun sarılarak, yanaklarından, gözlerinden öpmüş. Gözleri iki çeşme; bir yandan, isli çömlekle oğlunun arkasından su dökerken, bir yandan da:
“- Oğul, kendine iyi bak, kötülerden koru, uyurken üzerini iyi ört ki hasta olmayasın, tez dönmeye bak…” diye tespih dizer gibi ardı ardına sıraladığı sözcükleri, aceleyle mırıldanırmış. Oğlan, gözden kaybolmadan önce, son bir kez anasına bakmış. Gerçekte, onun da gözleri yaşlı imiş. Gözlerini gömleğinin yeni ile silmiş ve arkasına bakmadan, koşar adımlarla, limana giden ara sokaklarda kaybolmuş.
Limana geldiğinde, kaptan ile tayfaların, yelkenliyi harekete hazırladıklarını görmüş. Onlar da, oğlanı görmüşler ve hep bir ağızdan:
“- Gemimize hoş geldin Haşmetlü Şehzademiz…” diyerek, alaycı bir kahkaha ile önünde eğilmişler.
Oğlan, bir gün öncesinden tanışık olduğu bu tavra aldırmamış. Kaptanın önüne gelerek:
“- Emirlerinize hazırım efendim.” demiş. Kaptan, elinde kova ile onu beklemekteymiş.
“- Al şu kovayı da, denizden su çek ve temizliğe başla” talimatını vermiş.
Gemi harekete hazır olduğunda, demir almışlar ve, yavaş yavaş, limandan ayrılmaya başlamışlar. Oğlan, o zamana kadar, İstanbul’u hiç denizden seyretme olanağını bulamamış. Elindeki kovayı yere bırakarak, giderek küçülen kenti, hayran hayran, seyretmeye koyulmuş. Kaptan, oğlanın bu şaşkınlığına, sevecen bir gülümseme ile bakıyormuş. Bu şaşkınlık, onun hiç de yabancı olmadığı bir tepkiymiş.
Yolculuk, tam üç ay sürmüş. O zamanlar, henüz buharlı gemiler icat olunmadığından, kürek ve yelkenle yol almak zorunda kalmışlar. O tarihte, Süveyş Kanalı da, henüz, açılmamışmış. Bu yüzden; tüm Afrika’yı güneyinden dolaşarak, Hindistan’a varmışlar.
Önceleri, oğlanı, deniz tutmuş; bir ara, ayakta duramayacak hale gelmiş, ama çabuk alışmış. Kısa sürede, tayfalara kendisini sevdirmiş. Ama, tayfalar, onu, “şehzadem” diye çağırmayı, asla terketmemişler. Bu, onların hoşuna gidiyormuş; doğrusu, oğlan da, bu hitaptan hiç şikayetçi değilmiş; hatta, gizliden gizliye, böyle çağrılmaktan haz duyuyormuş.
Su ve yiyecek almak için uğradıkları her limanda, değişik yapı ve kültürde insanları tanıma fırsatı bulmuş. Bunlardan kimilerinin renkleri kahve gibi koyu imiş; vücutlarının belden üst kısımları da çıplakmış; çok da sevimli insanlarmış. Kaptan, onlara, getirdikleri su ve yiyecek karşılığında, boncuk, tarak, ayna gibi süs; kaşık, çatal gibi ev eşyası veriyormuş. Çoğunlukla, dostça karşılanıyorlarmış. Ama, bir keresinde, limanın girişinde onlarca kayık onları karşılamış. Kayıklar, insanlarla dolu imiş. Kaptan, önce, kendilerini karşıladıklarını sanmış. Ancak, çok geçmeden, üzerlerine yağan mızrak ve oktan, öyle olmadığını anlamış ve tayfaya, hemen uzaklaşma konusunda emirler vermiş. Canlarını zor kurtarmışlar. Sonraki limana kadar da, yiyecek ve suyu idareli kullanmaya özen göstermişler.
Tayfalardan biri anlatmış. O da, bu limanlardan birindeki yerli dostundan duymuş. Bu kıyılarda, Avrupalılar kolgezerlermiş. Amaçları, yerli halktan sağlıklı ve güçlü kadın, erkek ve çocukları yakalayıp, kaçırmakmış. Yakaladıklarını, boyunlarına geçirdikleri halkalarla zincire bağlayıp, kıyıdan uzak bir adada, son derece pis ve sağlıksız binalara hapsederlermiş. Bu binalardaki, penceresiz, dar odalara, üst üste konulan yerlileri, hayvan besler gibi besleyip, iyice semirmelerini sağlarlarmış. Karşı çıkanlara, akıl almaz aletlerle korkunç işkence yaparlarmış. Yeterince semirenleri, binanın denize açılan dar koridorundan gemilere bindirirlermiş. Koridorun girişinde, “Dönüşü Olmayan Kapı” yazısı asılıymış. Gerçekten de, bu koridordan geçenler bir daha geri dönemezlermiş. Çok büyük yelkenlilerin ambarlarına, kadın ve erkekler ayrı ayrı doldurulup, Okyanusun öte tarafındaki Amerika’ya doğru yola çıkarırlarmış. Hatta; evli çiftleri ayrı gemilere doldurup, bir daha birlikte olmasınlar diye, ayrı ülkelere gönderirlermiş; çocuğu anasından, kadını kocasından sonsuza dek ayırırlarmış. Yolda isyan edenleri, geminin topuna bağlayıp, diğerlerine ders olsun diye, patlatırlarmış. Yolculuk haftalarca sürermiş. Sağ kalanlar, köle pazarlarında, zengin çiftçilere, pamuk tarlalarında çalıştırılmak üzere, satılırmış. Satılanların, dinleri, dilleri ve isimleri değiştirilirmiş; bu durumu kabullenmeleri için de, korkunç işkenceler yapılırmış. Bundan böyle, ne ülkelerini, ne ailelerini yeniden görebilirlermiş.
Hikayeyi dinleyen oğlan, ürpermiş:
“- Ne vahşet, bunu yapanlar da insan mı?” diye mırıldanmış.
Tayfa, yerli halkın, kendilerini de bu insan tacirlerinden sandığı için, liman girişinde, gemiye saldırdığını tahmin ettiğini söylemiş.
“- Haklılar…” demiş oğlan ve devam etmiş:
“- Ben de olsam, aynı şeyi yapardım.”.
O gece, köle yapılmak üzere kaçırılan zavallı insanları düşünmekten, oğlanı uyku tutmamış. Durup durup, insan tacirlerine beddualar yağdırmış.
Yolculukları, kimi zaman, çok zor koşullarda sürmüş. Korkunç fırtınalar ve dev dalgalarla günlerce boğuşmuşlar. Oğlan, İstanbul Boğazında dalganın böylesini asla görmemiş. Kaptan ve tayfalar, kapkara dağlar gibi üzerlerine gelen dalgalardan kurtulmak için tüm beceri ve deneyimlerini kullanmışlar. Bir keresinde, dalgaların sürüklediği geminin kayalara bindirmesine ramak kalmış.
Havanın güzel olduğu zamanlar, uçsuz bucaksız Okyanusun seyrine doyum olmuyormuş. Hele, adlarının balina olduğunu öğrendiği dev balıkların yelkenlinin yanında sürüler halinde, su püskürterek, yüzmelerini seyretmek, ayrı bir zevkmiş. Önceleri, bu devlerin yelkenliye saldıracaklarını sanıp, korkmuş. Ancak; sonradan zararsız olduklarını anlamış. Balinaların resmi geçidinden sonra, yunus balıklarının dansları başlarmış. Kimi zamanda, uzaktan uzağa geçen yelkenlileri görürlermiş. Böyle zamanlarda, direkteki gözcü, “- Uzakta,… bir gemi göründü!…” diye avazı çıktığı kadar, aşağıya, bağırırmış. Kaptan ve tayfalar, o yana koşup, bakarlarmış. En büyük korkuları da, bu geminin, bir korsan yelkenlisi olmasıymış. Bereket, yolculukları sırasında, hiç korsan teknesine rastlamamışlar.
Yolculuk, güneşli, güzel bir günde sona ermiş. Önce, uzaktan kentin sarayları ve tapınaklarının altın yaldızlı kubbeleri görünmüş. Kubbeler, güneşin altında, parıl parıl parlıyormuş. Göz alıcı bu manzarayı hayranlıkla seyretmeye dalan oğlanı, Kaptanın dokunuşu kendine getirmiş.
“- İşte geldik, Şehzade.” demiş Kaptan, “- İşte Hindistan… Bak, seni bekliyor. Git, kendini göster.”.
Limana yanaşan yelkenli demir atmış. Oğlan, Kaptan ve tayfalarla vedalaşıp yelkenliden inmiş. Karaya ayak bastığında, geriye dönüp el sallamış. Güvertede bulunan Kaptan ve tayfalar, hep bir ağızdan:
“- Güle güle, Şehzadem… Yolu açık olsun.” diye bağırıp el sallamışlar.
O sırada, limanda, elinde testisi, şerbet satan bir çocuk, bunu duymuş. Elindeki testiyi, bir köşeye bırakarak, limanın sonundaki çarşıya doğru koşmaya başlamış. Koşarken, bir yandan da:
“- Ey ahali, duyduk duymadık demeyin. İstanbul’dan gelen gemiden bir şehzade indi.” diye bağırıyormuş. Bunu duyan, esnaf, dükkanlardan fırlamış, çocuğu çevirip:
“- Hani nerede? Nerede?” diye, soru yağmuruna tutmuşlar. Çocuk, bir yandan, papağan gibi aynı sözleri tekrar ederken, diğer yandan da sağ eliyle, ürkek adımlarla çarşıya yaklaşmakta olan oğlanı gösteriyormuş.
Oğlanı uzaktan seçmeye çalışan kalabalık, bir an duralamış. Sonra, aralarından birisi:
“ – Yok canım…” demiş, “- Bunun neresi, şehzade? Üstünde yok, başında yok. Elbisesinden bir iplik çeksen, kırk yamalık dökülür. Üstelik, kir pas içerisinde. Eminim, beş parası da yoktur.”
Bir başkası:
“- Doğru söylersin. Bu şehzade, mehzade değil; düpedüz dilenci.” diye karşılık vermiş. “- Ben, hiç böyle şehzade görmedim. Şehzade dediğin, süslü ve değerli elbiseler giyer, adamları olur. Hem sonra, hiç yere basmaz. Tahtırevanla gezer.” diye de eklemiş.
Bir diğeri:
“- Durun bakıyım.” demiş ve çocuğa dönerek, “- Nereden geliyor demiştin?” diye sormuş.
Çocuk:
“- Şuradaki yelkenliden indi. Yelkenli, İstanbul’dan geliyor. Kulaklarımla duydum. Kaptan ve tayfalar, kendisini, şehzadem diyerek uğurladılar.” diye yanıtlamış.
“- Aman !” demiş bir başkası, endişeli bir sesle,“- Bu, Türk şehzadelerinden biri olmasın?”.
“- Evet… Evet.” demiş, heyecanla, bir başka esnaf, “- Ben, bir arkadaşımdan duymuştum. Türk şehzadeleri, gittikleri yabancı ülkelerde, tanınmamak için, tebdili kıyafet gezerlermiş. Bu da, böyle olmalı.”.
“- Doğru.” diye atılmış, çocuğa soruyu soran, “- Acele bir şeyler yapmalıyız.”
“- Ne gibi bir şey?” diye sormuş, o zamana kadar söze karışmayan biri.
“- İstanbul’dan buraya, yol çok uzun.” demiş önceki, “- Şehzade, mutlaka, önce hamama gidip, temizlenmek; yolcuğun kirini, pasını üzerinden atmak isteyecek. Tez, hamamcıya haber gönderin. Şehzadeye hizmette kusur etmesin. Şehzadeyi yalnız bırakmamak için, biz de hamama gidelim. Tüm masraflarını da biz karşılayalım.” diye eklemiş.
Kalabalık, oğlanın şehzadeliğini hemen benimsemiş. Bir telaştır başlamış. Ancak; esnaftan aklı başında biri:
“- Durun beyler!” diye seslenmiş. Kalabalık, telaşla ona doğru dönmüş ve soru sorar gibi bakmış. Beriki, sözlerine devam etmiş:
“- Benim bir Türk dostum vardı. Ondan gördüğüm kadarıyla, Türkler çok eli açık ve misafirperver. Kesinlikle, yalnız yemek yemezler. Sofrada, bir iki davetlisi olsun isterler. Şehzade, hamamdan çıkınca, büyük olasılıkla, kendisine ve hamamda bulunan herkese yemek ısmarlayacak. O, bizim misafirimiz. Buna fırsat vermemeliyiz. Biz de, ne kadar misafirperver olduğumuzu göstermeliyiz. Ondan önce yemekleri hazırlatmalıyız. Öyle bir sofra hazırlatmalıyız ki, kuş sütü eksik olmasın.”.
Esnaftan birkaç kişi, hamama; birkaç kişi de, en yakın aşevine koşmuş. Kararlaştırılan tembihler yapılmış, siparişler verilmiş.
Tüm bunlar olurken, bizimki, sağına soluna bakarak; biraz da, ürkek adımlarla, çarşıya doğru ilerlemekteymiş. İlerledikçe de, gördüklerine inanamamış. Yolun ortasında, ineklerin sereserpe yatmalarına bir anlam verememiş. Hele, elinde kaval, omzunda, daha önce maymun olduğunu, su ve yiyecek almak üzere uğradıkları limanlardan birinde öğrendiği hayvan, oturduğu yerde, önündeki sepette yılan oynatan adam ile, yolun ortasında, gökyüzüne doğru uzanan, ancak beş altı metre yukarıda sona eren urgana tırmanan, vücudunun belinden üst kısmı çıplak, türbanlı adama şaşmış da kalmış. Yılanın kavalın sesiyle nasıl oynadığına, urganın nasıl olup da havada asılı durduğuna akıl erdirememiş. Bunların birer gözbayıcılık olduğuna karar vermiş. Tek ayağının üzerinde dans eden altı kollu tanrıça heykelinin önüne geldiğinde, iyice şaşırmış. Hindistan’da altı kollu insanların da yaşadığına inanmış.
Gördüklerinin şaşkınlığı ile, çarşıda olup bitenin de ayırdına varamamış. Esnaf da, o yaklaşınca, hemen, dükkanına girmiş ve işinde gücündeymiş gibi bir görüntü vermeye çalışmış. Bizimki, bir iki dükkanın önünde, çekingen çekingen oyalandıktan sonra, cesaretini toplayıp birinin kapısından içeri dalmış.
“- Hemşerim!…” demiş, önündeki işiyle meşgul görünen dükkan sahibine, “- Ben buraların yabancısıyım. Çok uzaktan geldim. Çok uzun zamandan beri, şöyle bir yıkanamadım. Kir pas içindeyim. Acaba, bu yakınlarda bir hamam bulunur mu?”.
Dükkan sahibi, soruyu duymamış gibi, oralı olmamış; kafasını bile kaldırmamış. Bizim ki, sorusunu aynı tonda yinelemiş. Yine kafasını işinden kaldırmayan dükkan sahibi, eliyle işaret etmiş ve eklemiş:
“- Dosdoğru git. İki yüz metre ileride solda, kubbeli bir yapı göreceksin. İşte, hamam orası.” demiş ve işine devam etmiş.
Bizimki, gerçekten de, iki yüz metre sonra, sol tarafta kubbeli bir yapı görerek içine girmiş. Hamamcı, onu, kapıda karşılamış. Kendisine tembihlendiği üzere, gayet sakin biçimde;
“- Buyur, delikanlı.” demiş. “- Şansın varmış, yeni temizlik yaptım. Hamamım pırıl pırıl, tertemiz. İstersen, gir de bak. Üstelik, havlu ve sabun da veriyoruz.”. Hamamcının müşterilerine böyle söylemesi gelenekten olmamasına karşın, koskoca şehzadenin hamamını beğenmeyeceği, başka hamam arayacağı korkusuyla, ağzından böyle sözler çıkmış.
“- Estağfurullah.” diye yanıtlamış; bir an önce kirini atmaktan başka düşüncesi olmayan oğlan, “- Ben, yolculuğun kirinden pasından kurtulayım da, nasıl olursa olsun.”.
Hamamcı, oğlana, soyunması için, güzel ve temiz bir kabin vermiş. Soyunup, peştamalını takan oğlan, kendini hamamın kurnalarının önüne tez elden atmış.
Bu arada, esnaf da, akın, akın hamama doluşmuş. Oğlanı rahatsız etmeden, hamamın diğer kurnalarının başında, kendi aralarında konuşarak, yıkanmaya başlamışlar.
Onlar orada temizlene dursun; aşçı da yemekleri hazırlamış. Hazırlanan yemekler, yeni kalaylanmış bakır tepsilere konulmuş. Ta!.. uzaklardan pırıl pırıl parlayan tepsilerde, neler yokmuş neler. Türlü çorbalar, et yemekleri, tatlılar, sütlüler, yeni pişmiş ekmekler, pideler; bir tek kuş sütü eksikmiş. Kırk kadar çok iyi giyimli uşağın her biri bir tepsi alarak, hamama doğru, yola koyulmuş. Masal bu ya; o sırada, Hindistan Padişahının Başveziri muhafızlarıyla, oradan, geçmekte imiş. Tepsilerle, sıra, sıra giden uşakların oluşturduğu muhteşem manzarayı görünce, atının dizginlerine asılmış. Dizginlerinden çekilen küheylan, hızını alamayıp, kendi etrafında bir tur attıktan sonra, kişneyerek durabilmiş. O durunca muhafızlar da durmuşlar. Başvezir, başını iki yana sallamış:
“- Allah, Allah!” demiş içinden, “- Bu yemekler nereye gidiyor olabilir? Yoksa, Padişah ziyafet veriyor da, benim mi haberim yok?”. “- Yok, yok; olamaz.” diye düşünmüş hemen, “- Padişah, bana söylemeden böyle bir şey yapmaz. Pekiyi, o zaman, bu yemekler nenin nesi? Kime gidiyor acaba?”.
Arkasından da, merakını gidermek için, yaverine seslenmiş. Gidip, bu yemeklerin kime gittiğini öğrenmesini istemiş, ondan. Uzaktan, yaverinin uşaklarla konuşmasını seyretmiş. Telaşla dönen yaver, nefes nefese:
“- Efendim!” demiş, “- İstanbul’dan gelen yelkenliden, bir şehzade inmiş; şu anda hamamda, yolculuğun kir ve yorgunluğunu atmakta imiş; tüm esnafa da yemek ısmarlamış. Bu tepsiler, oraya, hamama gidiyormuş.”.
Yaverin sözü biter bitmez, Başvezir, atının başını saraya çevirerek, üzengilemiş. Küheylan, bir kez daha kişneyerek, yerinden fırlamış. Başvezir önde; yaveri ve muhafızları arkada, Padişahın sarayına varmışlar. Saray, kente hakim bir tepenin üzerinde inşa edilmiş; yüksek duvarlarla korunaklı, görkemli bir bina imiş. Sarayın balkonlarından kentin tüm mahallelerini; kentin tüm mahallelerinden de, sarayı görmek olanaklı imiş. Sarayın merdivenlerine ulaşıldığında, Başvezir, hızlı ve çevik hareketlerle atından atlayarak, iki yanında aslan heykellerinin bekçilik yaptığı mermer merdivenleri, koşar adımlarla, çıkmış. Elleri bellerindeki kılıçların kabzasında heykel gibi duran, muhafızların beklediği, altın kaplı, kabartmalı kapıdan geçerek Padişahın dinlenme odasına yönelmiş. Huzura kabul için izin istemiş. İzin verildiğinde, nefes nefese, odaya dalmış. Padişah:
“- Söyle bakalım, Başvezir. Beni, bu saatte, istirahatimden ettiğine göre, anlatacağın çok önemli olmalı.” diye, kızgın kızgın, söylenmiş ve arkasından da eklemiş: “ – İnşallah öyledir.”.
Başvezir, olanı biteni, nefes almadan, bir çırpıda anlatmış. Anlatılanları dikkatle dinleyen Padişahın gözleri faltaşı gibi açılmış ve yerinden fırlayarak, “- Çabuk, bana, hariciyeden sorumlu veziri bulup getirin!” diye, kükremiş. Muhafızlar bir yana, Başvezir başka bir yana, hariciyeden sorumlu veziri bulmak için koşuşmuşlar. Vezirin bulunup getirilmesini beklerken Padişah, dinlenme odasının içinde, bir köşeden ötekine hızlı, hızlı ve iri adımlarla gidip gelmeye başlamış. Bir yandan da, kendi kendine, sinirli, sinirli konuşuyormuş: “- Nasıl olur, böyle bir şey? Nasıl olur da, Türkiye’nin bir şehzadesi ülkemize gelir ve benim haberim olmaz? Ben, Koskoca Türk Padişahına şimdi ne diyeceğim? Bunu sorun yaparsa ve ilişkilerimizi keserse, ne yaparız? Hemen, bu durumu düzeltmeliyiz.”.
Padişah böyle söylenerek odanın içinde gezinmekte iken, önde Başvezir, arkada hariciyeden sorumlu vezir içeri girerler. Padişah odanın içinde gidip gelmesini kesmeden, “- Neredesin be adam?!” diye vezirine çıkışmış ve “- Ülkeme, bir Türk şehzadesi, sessiz sedasız geliyor, senin ruhun duymuyor! Beni Dünyaya rezil mi etmek istiyorsun? Hindistan Padişahı, bir Türk şehzadesini karşılayıp ağırlayamamış demezler mi? Nerede kaldı sizin konukseverliğiniz diye sormazlar mı? Sorarlarsa, ben ne derim?” diye sinirli, sinirli eklemiş.
Padişahın hiddetinden huzursuz olan vezir, “- Devletlüm …” demiş, duyulur duyulmaz bir sesle, “- Bana, bu konuda, Türkiye’den bir mektup gönderilmedi. Benim de, şimdi haberim oldu. Yüksek müsaadelerinizle, hemen gerekeni yapacağım. Siz merak etmeyin, Ülkemizin yüksek onuru neyi gerektiriyorsa, onun yapılmasını sağlayacağım.”.
Vezir, böyle söyledikten sonra, çıkmak için izin istemiş.
“- Bekle biraz…” diye veziri durdurmuş Padişah, sakinleşmiş gibi görünerek. Ve eklemiş: “- Ben, vakti zamanında, bir kitapta okumuştum. Türk soyluları, başka bir ülkeyi ziyarete gittiklerinde, önceden haber vermezlermiş. Bunu, o ülkenin insanlarını, toplumsal yaşayışlarını, uygarlıklarını, gelişmişliklerini, gelenek ve göreneklerini yakından tanıyabilmek için yaparlarmış. Üzerlerinde de görkemli elbiseleri olmazmış; halktan birileri gibi giyinirler, onlar gibi davranırlarmış. Bu kez de öyle olsa gerek. Sen, hazırlıklı git. Şehzade Hazretleri çok uzun yoldan geldi. Üzerindeki elbise de, oldukça kirlenmiş ve yıpranmış olmalı. Temiz çamaşırlar ve elbise al ve bir fırsatını bul, hamamdan çıkmadan onunkilerle değiştir. Ha!… sakın unutma. Ondan önce davranıp, yemeklerin parasını ver. Onun, burada, kendi parasını harcaması, bizim şanımıza yakışmaz.”.
Padişahın odasından çıkan Başvezirle hariciyeden sorumlu vezir, yanlarına Hazinedarı da alarak, atlı muhafızların koruması altında, doğruca, bizim oğlanın kirini atmakta olduğu hamamın yolunu tutmuşlar. Saray erkanının gelmekte olduğunu haber alan hamamcı, onları kapıda karşılamış ve önünde yerlere kadar eğildiği Başvezire, son derece saygılı bir ses tonu ile, “- Emirleriniz haşmetlüm…” demiş.
“- Hamamcı sen misin?” diye, saraylılara özgü tok bir sesle, sormuş, Başvezir. Ve devam etmiş; “- Şu anda hamamınızda yol yorgunluğunu gidermekte olan saygıdeğer Şehzade, Ulu Padişahımızın özel ve çok değerli konuğudur. Sakın ola ki, hizmette kusur etmeyesin. Bir dediğini iki edersen, başına gelecekleri bilirsin. Tez, şu çamaşır ve elbiseyi, soyunma odasına götür ve onunkilerle değiştir. Kendisine de bir şey söyleme.”.
“- Emirleriniz başım üzerine, Haşmetlüm.” diye, aynı saygılı ses tonu ve uslüp ile yanıtlamış hamamcı. Ve derhal söyleneni yapmış.
Bu sırada, dışarıda olan bitenden haberi olmayan bizim oğlan, hamamda güzelce yıkanıp, kirinden pasından kurtulduktan sonra, giyinmek üzere, soyunma odasına geçmiş. Geçmesine geçmiş ama, eski, yırtık pırtık elbisesinin yerine, tertemiz iç çamaşırlarını ve ipek kumaştan dikilmiş pahalı elbiseyi görünce, irkilmiş. “- Eyvah!…” demiş, kendi kendine, “- Odaları karıştırdım herhalde!…, Hemen çıkayım, yoksa hırsız tutarlar beni…” diye söylenmiş. Ve, arkasından da, odadan çıkmak üzere kapıya yönelmiş. Yönelmesiyle de, hamamcıyla burun buruna gelmesi bir olmuş.
“- N’oldu, Beyzadem?” diye sormuş, hamamcı. “- Hamamda bir şey mi unuttunuz?”.
“- Yok, yok !…” demiş, aceleyle ve endişeli bir tonla, oğlan, “- Bir şey unutmadım. Odaları karıştırdım herhalde…”. Hamamcının inanmayacağını düşünerek de, “- Vallahi…” diye, titrek ve cılız bir sesle, eklemiş.
Oğlanın şaşkınlığını ve endişesini anlayan hamamcı, gülümseyerek, “- Yok, beyzadem, yok. Odanızı karıştırmış filan değilsiniz. Burası, tam sizin odanız. Lütfen girin ve giyinin.” demiş.
Oğlan, bir hamamcıya, bir de odadaki çamaşır ve elbiseye bakmış. İnanamamış, bir daha, bir daha bakmış. Oğlanın kafasından geçen soruları bakışından anlayan hamamcı, “- Beyzadem…” diye söze başlamış, “- Bizde adettir. Uzaklardan gelen yabancı konuklarımızı böyle karşılarız. Lütfen odanıza girin ve giyinin. Sizi bekleyen çok değerli ve saygıdeğer konuklarınız var. Ama önce, berberimizi göndereceğim, saç ve sakalınızı düzeltsin diye…” demiş ve odadan çıkıp, gitmiş.
Hamamcının gitmesinden sonra oğlan, bir süre hareketsiz kalmış. Gördüklerine ve duyduklarına inanamıyormuş. Neden sonra, “- Allah… Allah!…, insan yaşadıkça daha neler görecek kim bilir?! Ne tuhaf memleketler var, Dünyada… Her yabancıya böyle yapıyorlarsa?!… Çok zengin olmalılar… Aman sen de, bana ne… Onlar öyle istiyorlarsa öyle olsun… Benim de, zaten böyle güzel bir elbiseye ihtiyacım vardı. Yoksa, Hindistan Padişahının kızını istemeye nasıl giderdim?…” diye mırıldanmış. Sonra da, neşeli bir İstanbul şarkısının nağmelerini ıslıkla seslendirmeye başlamış.
Oğlan her şeyiyle hazır olup odadan çıktığında, Başvezir ve vezirler koşup, önünde eğilmişler ve, teker teker, kendilerini tanıtıp, “- Hoş geldiniz Şehzadem.” demişler.
Oğlan, o anda, her şeyi anlamış. Sihirli sözcük, “şehzadem” imiş. Kaptanla tayfaların kendisiyle dalga geçmek için kullandıkları bu sözcüğün nasıl olup da, yabancı bir ülkede, kendisinin şehzade olduğuna herkesi inandırdığına bir türlü akıl erdirememiş. Bir an doğruyu söyleyip söylememek konusunda duraksamış. Hatta, doğruyu söylemeye niyetlenip ağzını da açmış; ama, son anda vazgeçmiş. Bunun, amacı için, iyi bir fırsat olduğunu düşünmüş; hatta, şehzade olarak kabul görmek, hoşuna bile gitmiş. “- Benim neyim eksik, şehzadeden” diye böbürlenmiş, “- Hem, bana ne?!…, Onlar, beni şehzade gibi görmek istiyorlarsa, bu onların sorunu… Ben, onlara, şehzade olduğumu söylemedim ki…” .
Tüm bu düşünceleri, bir saniyeden kısa sürede aklından geçiren oğlan, gülümseyerek, “- Hoş bulduk” diye yanıtlamış. Bunu söylerken de, ileride, köşede, kurulmuş; kırk kişilik muhteşem sofrayı farketmiş.
Masalın burasında, amcam, her zaman yaptığı gibi, omuzlarını yükselterek, derin bir nefes alır; sonra da, eliyle vurarak düzelttiği arkasındaki yastığa yaslanırdı. Bunu, bize, özellikle de, kapısı açık mutfakta, bir kulağı amcamda bir şeyler yapan neneme, yorulduğunu farkettirmek için yapardı. Arkasından da, “- Kerziban, nerede kaldı benim şekerli kayfem! Nefesim tükendi, ağzım kurudu. Kayfenin yanında su da olsun!” diye seslenirdi. Aslında, amcam neneme değil, gelinlerine seslenirdi; kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali. Masalın bu bölümünün yaklaştığını anlayan nenem, amcamın kahvesini, gelinlerine, özellikle de, küçük gelini olan ablama, çoktan hazırlatmış, istemesini beklemekte olurdu.
Amcam, ablamın getirdiği suyu içip, kahveyi yudumlarken, pür dikkat o’nu seyrederdik. Fincanı kulpundan sağ elinin baş ve işaret parmaklarıyla özenle tutup, hafifçe öne doğru uzattığı dudaklarına dikkatlice götürdükten sonra, kahveyi, öyle bir “hüüüüüppp” sesiyle, içine çekmesi vardı ki; bugün dahi kulaklarımda. Ben, amcamın bu kahve aralarını, sinemalarda filmin en heyecanlı yerinde verilen “beş dakika ara”lara benzetirdim. Aynı sabırsızlığı, amcam kahvesini keyifle içerken de duyardım. O zamanlar, Polatlı’da, iki sinema vardı: Sakarya Sineması ve Yeni Sinema. İkisi de, kerpiç yapılardan oluşan bu sinemaların birer de yazlıkları vardı. Yeni Sinemanın yazlığı, yanında; Sakarya Sineması’nınki ise, üçyüz metre ileride, çarşıda idi. Bugün, bu sinemaların ikisinin de yerinde yeller esiyor; daha doğrusu, binalar yükseliyor. Her ikisi de, müteahhitlerin kenti beton yığınına çevirme gayretlerine kurban gitti. Önce, Yeni Sinema yıkıldı; yerine balkonlu dev bir sinema yapıldı. Daha sonra o da yıkıldı ve, bindokuzyüzseksenlerde, yerinde, içinde kiracıların oturduğu çok katlı ve yüksek bir apartman yükseldi. Ne de olsa, zahmeti az, getirisi bol. Zaten, evlere televizyon girdikten sonra, sinemaların pek müşterisi de kalmamıştı.
Yeni Sinema ile amcamın evi arasında, bir cadde ve Hanım’ın hanları vardı. O tarihte bu eski ve izbe hanlar henüz yıkılıp, yerine Belediye Sineması ve Belediye Binası yapılmış değildi. Amcamın evinin avlusundaki dut ağacına çıkıp baktığımızda, Yeni Sinemanın yazlığının beyaz perdesini görebilirdik. Tehlikesine karşın, biz çocuklar, dut ağacının dallarına tüneyip, sanki yazlık sinemanın tahta sandalyesinde oturuyormuşçasına, keyifle filim seyrederdik; bir, şekerli su ve karbonattan ibaret, gazozumuz eksikti. Hani şu, açacağın kapağı yerinden oynatmasıyla, “pöööp!” diye ses çıkaran ve, şişenin ağzından, köpürerek taşan gazoz.
Şimdi hatırlıyorum da, o zamanlar, öğrenciler için, Cumartesi günleri, ayrı bir seans yapılırdı: otuz kuruş. Otuz kuruş deyip geçmeyin, her zaman bulamazdık. Ama ben oldukça şanslıydım. Hiç olmazsa, sinemalardan biri yönünden. En yakın arkadaşımın eniştesi, Yeni Sinemanın kapısında, bilet kontrolünde görevliydi. Patronun ve çocuklarının başka işle uğraştıkları bir ara, kaşla göz arasında, arkadaşımı ve beni içeri alırdı. Şimdi düşünüyorum da, Sinemacı Celal’a oldukça borçlanmışım.
İşte böyle günlerde, filmi keyifle seyrederken, en heyecanlı yerinde, birden, perdede kocaman bir “Beş Dakika Ara” yazısı görünür, arkasından da ışıklar yanmaz mı… Bütün keyfim kaçardı. Nefret ederdim, o yazıdan. Kimi zaman onbeş dakikaya kadar çıkabilen; çocukların, ışıkların yanmasıyla eş zamanlı olarak başlayan, itiş-kakışları ve çıkardıkları uğultularıyla dolu o beş dakika, bir ömür gibi gelirdi bana. Öyle bir uğultu ki, içinde her şey var: Çığlık, ıslık, bağırtı, kahkaha, hatta masum sayılabilecek çocukça küfürler. Satıcı çocukların, “gazuuuuuzzzz buuuuzzzzzz!..”, “eğlenceliiiiiiiiikkkk!.” diye var güçleriyle çıkardıkları sesler bile duyulmazdı, bu uğultu yüzünden. Dayanılmaz bir uğultu; şimdi bile, beynimden silinmiş değil.
Amcam, kahvesini içerken, gözlerimin önünden bu sahne geçerdi. Biraz sabırsızlıktan, biraz da bu sahnenin içimde yarattığı huzursuzluktan, amcamın kahvesini bir an önce bitirmesi için dua ederdim. Diğer çocukların durumları da, benimkinden pek farklı olmazdı. Ama, o, bizim, bu halimize hiç aldırmaz; sanki farkında değilmiş gibi, kahvenin keyfini çıkarır; uzattıkça uzatırdı.
Amcam, fincanı şöyle bir salladıktan sonra kahvesinden son yudumu alıp, bardakta kalan son su damlasını da içer ve sanki unutmuş gibi; “- Nerede kalmıştık, çocuklar?” diye sorardı. Sabırsızlığın vermiş olduğu dalgınlıkla olsa gerek, her defasında oyuna gelir, hep bir ağızdan, “- Sofrada” diye bağırırdık. O, hafif bir alaycı gülümseme ile, “- Ha öyle mi?” diye, masalı anlatmayı, kaldığı yerden sürdürürdü:
Bizim oğlan, kırk kişilik görkemli sofrayı fark etmiş, fark etmesine, amma… Aynı anda, içini bir korku da salmış. Şimdiye kadar ne böylesine görkemli bir sofraya oturmuş; ne de görmüş. Oturduğu sofraların da, kıyısına şöyle bir ilişirmiş. Ne yapacağını şaşırmış. İmdadına, saygıda kusur etmemek için telaşla, ona buna emirler yağdırmaktan oğlanın şaşkınlığını fark edemeyen Başvezir yetişmiş. Sofranın kuştüyü minder ve yastıklarla hazırlanmış en güzel köşesini göstererek;
“- Buyurun Şehzadem. Lütfen oturun. Sizin için hazırlandı.” demiş.
Bu söz, bizim oğlanı kendine getirmiş. Kuştüyü mindere güzelce bağdaş kurup, oturduktan sonra, içinden, “Şehzade olmak da, hiç fena değilmiş yahu.” diye geçirmiş. Geçirmiş ama, sofra adabından hiçbir şey anlamadığı da, o anda aklına gelivermiş. Sofra konusunda tek bildiği şey, kırık tahta kaşıkla toprak çömlekten çorba içmekten ibaretmiş. Ne yapacağını bilememiş; öylece kalakalmış. Orada bulunanlar, onun bu haline bir anlam verememişler. Bunu, yemeğe başlamadan önce uygulanan bir tür Türk geleneği sanmışlar. Onlar da, hareketsiz, öylece beklemeye başlamışlar.
Bizim oğlan, bakmış, olacak gibi değil; o bekledikçe, diğerleri de bekleyecek. Karnı da öylesine açıkmış ki, beklemeye tahammülü yokmuş. Birden aklına gelmiş: “- Ağalar” demiş, muzipçe bir gülümsemeyle, “- Bizde adettir; ev sahibi, konuğa yol gösterir.”.
Başvezir, önce duralamış, hemen sonra toparlanarak, yemeğe başlamış. Bizim oğlan da arkasından; Başvezir ne yaptıysa, o da aynını yapmış. Zaten bir süre sonra da, kimse kimseyi görmez olmuş; herkes kendi derdine düşmüş. Sofra da, bir telaştır gitmiş. Boşalan tabakların yerine, hızla doluları geliyormuş. Bizim oğlan, hayatında, hiç bu kadar çok yemek yediğini hatırlamıyormuş. Öylesine yemiş ki, sonraki birkaç gün ağzına bir şey koymasa olurmuş. Tatlıların ardından, gelen kahveler içilirken, Başvezirle sohbet de koyulaşmış.
Şehzadeliğin tadını aldı ya; bizim oğlan, başlamış anlatmaya. Ülkesinin Dünyanın en büyük ülkesi olduğundan, kentlerinin güzelliğinden, sarayların görkeminden, hazinelerinin zenginliğinden, ordularının gücünden, askerlerinin ve okçularının becerilerinden, başka hiçbir ordunun sahip olmadığı silahlardan, gürlediklerinde düşman askerlerinin ödlerini patlatan toplardan, hızlarına rüzgarın yetişemediği süvarilerden, savaş yelkenlilerinin sayısından ve hızından, aklına abartılı ne geldiyse anlatmış. Anlatılanları, Başvezir, biraz hayranlıkla, biraz da kıskançlıkla dinlemiş. Başvezirin hemen yanında da, bir yazman, anlatılanları, kuştüğü kalemi ile, kelimesi kelimesine, kaydediyormuş. Amacı, oğlanın anlattıklarını, tez elden Padişaha ulaştırıp, bilgisine sunmakmış.
Kahveler bitirildiğinde, kalkma zamanı geldiğini anlayan oğlan, şehzadeliğe kendini kaptırarak, elini kemerine götürmek üzere davranmış. Davranmış davranmasına da, on paradan başka parası olmadığı aklına gelivermiş; ürpermiş. Bereket versin; onun niyetini anlayan Başvezir, ondan önce davranarak, kemerine varmadan elini tutmuş: “- Yoooo!… Şevketlüm” demiş, “- Siz, burada, Padişahımızın değerli konuğusunuz; bu yemek şerefinize, Padişahımız Hazretlerinin emri ile hazırlatıldı”.
İçinden derin bir oh çeken oğlan, altta kalmamak için, “- Ama,…” diyecek olmuş; Başvezir susturmuş.
Dışarı çıktıklarında, oğlanın ağzı bir karış açık, öyle bakakalmış.
Bir kalabalık, bir kalabalık, sanki mahşer. İğne atsan yere düşmezmiş. Bizim oğlan böyle bir kalabalığın, Padişahın özel günlerde yapmış olduğu törenlerde olduğunu görmemiş, ama duymuşmuş. Ya o ne öyle? Kulakları sağır eden korkunç bir gürültü. Kalabalık, hep bir ağızdan;
“- Hoşgeldin, safalar getirdin Şehzadem!..” diye avazı çıktığı kadar bağırıyormuş; arkasından da bir alkış tufanıdır gidiyormuş.
Mahşeri kalabalığın tam önünde de, ne menem bir şey olduğunu bilmediği, bir hayvan; belki de, bir dev duruyormuş. Hayvanın bacaklarının herbiri, ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz yıllık çınar ağacı kalınlığında imiş. Kulaklarının herbiri de, İstanbul’daki fakirhanesinin tabanına halı niyetine serilse olurmuş. Ya o burnundaki hortum?.. Hayvanın sırtına, altın yaldızdan işlemeli kadife bir de taht yerleştirilmişmiş. Hayvan, bu durumdan, biraz da kalabalıktan hiç memnun olmasa gerek, ayaklarını sırasıyla kaldırıp kaldırıp indiriyormuş. Bu arada da, burnundaki hortum, bir sağa bir sola sallanıyormuş.
Bizim oğlan, hayvanın kendisi için hazırlanmış olduğunu anlamış anlamasına da, sırtına nasıl çıkılacağını bir türlü kestirememiş. Etrafına bakınmış; merdiven gibi bir şey de görememiş.
Böyle bir hayvanı ilk kez gördüğünü anlayan Başvezir, hayvana fil dediklerini, insan ve eşya taşımak üzere eğittilerini oğlana anlatmış. Sonra da, nasıl binileceğini göstermiş. Bu arada hayvan da, bakıcısının talimatı üzerine, hortumuna merdiven basamağı biçimini vererek, oğlanın önünde durmuş. Oğlan da, Başvezirin tarif ettiği şekilde, ayaklarını, hortumun üzerine yerleştirmiş. Filin hortumunu yavaşça kaldırmasıyla tahtın hizasına kadar yükselen oğlan için, alkışlar arasında, tahta çıkıp oturmak hiç de zor olmamış. Ardından da, Başvezir aynı yöntemle filin sırtına çıkıp, yanına oturmuş.
Sonra kafile hareket etmiş. Önde fil, arkada atlılar, en arkada da kalabalık, altın yaldızlı kubbeleri uzaktan görünen saraya doğru yola koyulmuş.
Saraya geldiklerinde, avlunun dev kanatlı ahsap kapıları ağır ağır iki yana açılmış ve sarayın göz kamaştıran görkemi tümüyle ortaya çıkmış. Oğlan, belli etmemeye çalışarak, bu güzelliği hayran hayran seyre koyulmuş. Başvezir, oğlanın bu halini farketmiş farketmesine de, insanın ilk kez gördükleri karşısındaki şaşkınlığına vermiş.
Kalabalık avlu kapısının dışında kalmış. Avluya yalnızca filin ardındaki atlılar girmişler. Fil ve atlılar, avlu kapısından sarayın merdivenlerine kadar, yolun iki yanına dizilmiş, mızraklı muhafızların arasından geçerek ilerlemiş. Muhafızların üzerinde sırmalı işlemeli üniformalar varmış. Başlarında, önünde tüy bulunan kocaman sarıklarıyla, muhafızlar çok heybetli görünüyorlarmış.
Merdivenlere geldiklerinde, filden inmişler ve ağır ağır mermer basamakları, yine muhafızların arasında çıkmışlar. Saraya, devasa altın yaldızlı bir kapıdan girmişler. Girmişler girmesine de, oğlanın şaşkınlığı bir kat daha artmış. Bir o yana bir bu yana, ağzı açık bakar dururmuş. İhtişamdan gözleri kamaşmış. İstanbul’da da saraylar görmüş, ama hiç içlerine girmemişmiş. İçlerine girmek şöyle dursun, yanlarına bir fersah bile yaklaşamamışmış. Hep uzaktan hayran hayran seyretmişmiş İstanbul saraylarını.
İşte şimdi, bir sarayın içindeymiş. Yerler, rengarenk desenli ipek halılarla kaplıymış. Duvarlarda, kıymetli taşlardan yapılmış işlemeli şamdanlar varmış. Pencerelerin camları da rengarenkmiş. Bu camlardan içeri süzülen güneş ışığı muhteşem bir görüntü yaratıyormuş. Bu ağır kristal avizeleri tavanlar nasıl taşıyor diye içinden geçirmiş. Böyle düşünürken kendine gelivermiş. Böylesine şaşkınlık bir şehzadeye hiç yakışır mı diye sormuş kendi kendine. Sonra da kendini toparlayıp, olabildiğince vakur bir tavır takınmış.
Oğlan şaşkınlığını istediği kadar saklasınmış; Başvezir, onu zaten yan gözle seyrediyormuş. Başveziri farkeden oğlan, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi, “- Babamın saraylarının mimarını, Padişaha göndersek mi, ister mi acaba?” diye, Başvezirin duyacağı şekilde, fısıldamış.
Oğlanı doğruca Padişahın huzuruna çıkarmışlar. Huzura vardıklarında, Başvezir dahil tüm erkan, tahtın önünde secdeye kapanmışlar. Oğlan ne yapacağını bilemediğinden, ayakta öylece kalakalmış. “- O da diğerlerinin yaptığını yapsamıydı acaba!?” diye düşünürken, Padişah ayağa kalkmış ve tahtından inerek ağır ağır oğlana doğru ilerlemiş. Secdede yan gözle onlara gözetleyen diğerlerinin endişeli bakışları altında, Padişah, omuzlarından iki eliyle tutarak, oğlanı kendisine çekmiş ve kucaklamış. Daha sonra da, yerde secdede duran Başvezire dönerek, “İşte, gerçek bir şehzade. Babasının temsilcisi… Dünya Padişahının oğlu hiç başka bir Padişahın önünde eğilir mi?” demiş ve eklemiş, “Ülkemize hoş geldin safalar getirdin oğlum!..Türk Padişahının Şehzadesi olarak başımızın üzerinde yerin var. Burası senin de evin; keyfince gez, toz; ye , iç. İstediğin kadar kalabilirsin.”.
O zamana kadar, sarayın ve tahtın ihtişamından gözlerini alamadığı için etrafını görmeye fırsat bulamayan oğlan, birden, Padişahın sağ yanında oturan ayın ondördü gibi güzel ve genç bayanı farketmiş. İçinden, “- Padişahın eşi olamayacak kadar genç; kızı olmalı” diye geçirmiş.
Padişah da, oğlanın kızına baktığını farketmiş. Bir eliyle oğlanın sol elini tutarak, geriye dönüp, diğer eliyle de kızının sağ elini tuttuktan sonra, oğlana;
“- Bak, bu benim dünyalar güzeli biricik kızım. O benim kızımsa, sen de oğlumsun. Sarayı ve güzel Ülkemizi, sana o tanıtacak.” demiş.
Oğlan, sevinçten havalara uçacak gibi olmuş. “- Böylesi ancak masallarda olur. İşte, yıllardır hayalini kurduğum Hindistan Padişahının güzel kızı karşımda; bana bakıp gülümsüyor” diye düşünmüş.
Gerçekten de, Padişahın kızı ona bakıp gülümsüyormuş. Kız da oğlanı genç ve yakışıklı bulmuş ve beğenmiş. Oğlanın, fakirliğin yok edemediği tek şeyi gençliği ve yakışıklılığıymış. Zengin giysiler, oğlanın gençliğini ve yakışıklılığını daha bir öne çıkarmış; gerçek bir şehzadeden farksız kılmışmış.
Biraz sonbetten sonra, Padişahın kızı babasından oğlana odasını göstermek üzere izin isteyerek; oğlanla birlikte, merdivenlerden odaya çıkmışlar. Oğlana ayrılan odanın penceresinden, tüm kent ve liman görünüyormuş. Onlar gelmeden önce, ihtiyacı olabilecek her şey odaya konulmuşmuş. Pencerenin önündeki sehpanın üzerinde, oğlanın daha önce hiç görmediği türden, meyva ile dolu gümüş bir tabak da tüm iştah açıcılığıyla duruyormuş.
Oğlanla kız, bu sehpanın yanına karşılıklı olarak oturup, bir süre sohbet etmişler. Oradan buradan konuşmuşlar. Sohbet uzadıkça uzamış. Kız, İstanbul’u çok görmek istiyormuş; hakkında çok şeyler işitmiş, ama görmek henüz kısmet olmamışmış. Babasının izni olsaymış, yolculuğun tüm tehlikelerine karşın gidip görürmüş. Ama, babası, yolculuğu bahane ederek, izin vermiyormuş.
Padişahın kızı, oğlanın dinlenmek isteyebileceğini düşünmüş ve sarayı gezdirmek üzere ertesi gün yeniden geleceğini söyleyerek, oradan ayrılmış. Ayrılmadan önce de, herhangi bir şeye ihtiyacı olduğunda, yatağın yanında tavandan sarkan püsküllü kordonu çekmesinin yeterli olacağını söylemiş.
Kız kapıdan çıkar çıkmaz oğlan, kendisini olduğu gibi yatağa fırlatıp, kuş tüyü yastığa başını koymuş. Koymasıyla da, yorgunluktan uykuya dalması bir olmuş. Zavallının günün olağandışılığını düşünecek vakti dahi olmamış.
Uyandığında, güneş çoktan bir mızrak boyu yükselmişmiş. Hemen yataktan fırlamış; fırlarken de, kendi kendine söylenmiş: “- Vay canına!.. Bu nasıl uyku!? Tüm geceyi deliksiz uyku ile geçirmişim…”.
Duşunu aldıktan sonra, karnının iyiden iyiye aç olduğunu hissetmiş. O anda, giderken kızın söylediği aklına gelmiş. Gidip yatağın yanından sarkan kordonu çekmiş. Duyulan çan sesinden sonra açılan kapıdan hizmetkarlardan biri elinde koskocaman bir kahvaltı tepsisiyle içeri girmiş.Tepside neler yokmuş ki!? Bir kuş sütü eksikmiş.
Kahvaltısını bitirdiğinde, hizmetkar yeniden odaya girerek; hazır olduğunda Prensesin kendisini ziyaret etmek istediğini söylemiş. Oğlan da, “- Buyursun gelsin. Hazırım” demiş.
Kızın ziyareti, bir gün önce söylediği gibi, oğlana sarayı gezdirmek içinmiş. Biraz sonbetten sonra, odadan çıkarak, sarayın koridorlarında yürümeye başlamışlar. Yürürken de, kız, oğlana, saraya nereden girilir, nereden çıkılır; hangi odada kimler kalıyor; kim kimdir, hepsini anlatmış ve görülmesi gereken yerleri tek tek göstermiş. Son olarak da, babasının hazine dairesine uğramışlar. Kapıdaki iri kıyım muhafızlar, Prensesi görünce, hemen saygı ile eğilip yol vermişler.
Kız, elindeki anahtarı kapılardan birinin kilidine sokmuş ve çevirmiş. Kapı açıldığında, oğlanın gözleri de fal taşı gibi açılmış. Koskoca oda ağzına kadar elmas doluymuş. Elmasların ışıltısından, hiç pençeresi olmamasına karşın, oda, gündüz gibi aydınlıkmış.
“- İşte” demiş, kız. “- Burası, babamın elmaslarını muhafaza ettiği oda.”.
Oğlan yutkunarak kendine gelmiş. Havasından kaybetmemeye çalışarak, kıza, “- Babanın tüm elması bu kadar mı?” diye sormuş. Kız da, evet anlamına başını sallamış, soruya biraz şaşırarak.
“- Benim babamın bu oda gibi üç oda dolusu elması var. Hem daha iriler.” diye böbürlenmiş oğlan. Ve kıza dönerek, “- Karşılaştırmak için bir tane alabilir miyim?” diye sormuş.
“- Tabii ki…” demiş kız. “- Hem bizden bir anı da olur.” diye de eklemiş. Oğlan, en irilerinden birini seçerek, cebine koymuş.
Sonra, bir sonraki odanın kapısını açmış kız. Bu kez o da, hıncahınç kıpkırmızı yakut doluymuş. Kız, yine, “- Burası da, babamın yakutlarını sakladığı oda.” demiş. Oğlan da aynı tavırla, “- Babanın yakutlarının tümü burada mı?” diye sormuş. Ve, kendi babasının bunun gibi üç yakut odasının bulunduğunu söyleyerek, karşılaştırmak için bir tane istemiş. Kızın onayını alarak, en irilerinden bir tane yakut seçmiş ve cebine koymuş.
Uğradıkları üçüncü oda, padişahın zümrütlerini sakladığı odaymış. Oda yemyeşil zümrütlerle, ilk iki oda gibi tavanına kadar doluymuş. Aynı konuşma orada da geçmiş. Oğlan, o odadan da bir zümrüt alarak cebine koymuş.
Sonraki odalar altın ve gümüş odalarıymış. O odalara da şöyle bir bakarak, hazine dairesinden ayrılmışlar.
Günler, sarayı, sarayın bahçesini ve kenti dolaşmakla geçmiş. Kimi zaman da, düzenlenen av partilerine katılarak, o zamana kadar adını bile duymadığı, yabanıl ve yıtıcı hayvanları tanıma fırsatı bulmuş.
Günlerden bir gün, Padişah, Başvezirini göndererek, oğlanı yanına çağırtmış. Günlerinin nasıl geçtiğini, konukluğundan hoşnut olup olmadığını sormuş. Oğlan, oradaki yaşamından ne kadar hoşnut olduğunu dilinin döndüğünce anlatmış.
Padişah, Başveziri gönderdikten sonra, asıl konuya gelmiş:
“- Bak oğlum” demiş. “- Ben, çok istediğim halde bir erkek çocuk sahibi olamadım. Yaşım da oldukça ilerledi. Hayatta biricik kızımdan başka kimsem de yok. Annesini kaybettikten sonra kızımın üzerine titrer oldum. Sen iyi ve asil bir delikanlısın. Kızımı ve sevgili ulkemi emanet edecek senden daha iyi bir oğul bulabileceğimi sanmıyorum. Geldiğinden bu yana seni izliyorum. Herhangi bir hatanı ya da kusurunu görmedim. Eğer kabul ederse yalnızca damadım değil, benim biricik oğlum da olursun” diye de eklemiş.
Böyle bir öneriyi yıllardır hayal eden; ancak, rüyasında görse hayra yormak durumunda olan oğlan, şaşkınlıktan donup kalmış. Ne diyeceğini bilememiş. Sevinmiş sevinmesine de, belli edememiş. Aslında içinden havalara zıplamak, sarığını fırlatıp “yeahhhhh” diye nara atmak geliyormuş, ama kendisini zor tutmuş. Yutkunarak kendine gelmiş ve zorlanarak;
“- Efendim” diyebilmiş; “- Efendim, sizin damadınız; dünyalar güzeli biricik kızınızın da eşi olmak, benim için hayal edemeyeceğim mutluluk…Ancak.,,” diye de konuşmasını sürdürmüş. “- Biliyorsunuz ki, bizim geleneğimizde, ailenin büyüklerine danışmadan ve onların da görüş ve izinlerini almadan, böyle bir öneriyi kabul etmek uygun düşmez. Önce sevgili annemle babamın görüşlerini ve hayır dualarını almamıyım. Gerçi, olumsuz bir şey söyleyeceklerini sanmıyorum, ama yine de bunu yapmaya mevburum.”.
Oğlanın terbiyesine ve nezaketine hayran kalan Padişah, “- Tabii ki oğlum” demiş; “- Babanız Haşmetli Padişah Hazretleri ile anneniz saygıdeğer Valide Sultan Hanımefendinin görüş ve olurlarını alacaksın. Zaten, kızımın da benim bu düşüncemden haberi yok. Ben de, bu arada,o’nunla konuşup, ne düşündüğünü sorayım.”.
Bu konuşmadan sonra, oğlan izin istemiş: saygı ile Padişahın huzurundan çıkmış. Çıkmasına çıkmış da, bir düşüncedir de almış aklını. Şimdi ne yapacak? Nasıl kalkacak bu sorunun altından? Ya Padişah, illa annenle baban gelsin kızı benden istesin derse!? Ne yapar o zaman? “- Yok canım, benimki de hayaldi zaten. Bu iş buraya kadar. Daha ötesi yok, gidip Padişaha gerçeği anlatayım.” diye düşünmüş. Ama, birden Padişahın çok kızabileceği; kendisini cezalandıracağı aklına gelmiş, vazgeçmiş. Sonra başka bir fikir gelmiş aklına, “- Bir süre sonra çıkarım Padişahın huzuruna. ‘Özür dilerim Padişahım. Annemle babam, bu işe olumlu bakmadılar. Onlar daha önce Alman Kralının kızına söz vermişler’ der, kurtulurum” diye düşünmüş. Düşünmüş de, içinden bir ses, “- Sen deli misin oğlum? Yıllarca bugünün hayalini kurmadın mı? Bak kısmetin ayağına geldi. Bu kısmet tepilir mi? Sonra çarşı esnafının karşısına hangi yüzle çıkarsın? Boşuna mı aralarında toplayıp, on para verdiler sana? Ne yap, yap; bir çaresini bul!..” diyormuş.
Odasına, bu karışık düşüncelerle dönmüş. Düşünceler kafasının içinde adeta dans ediyorlarmış. Bir o düşünce öne çıkıyormuş; bir diğeri. Gözüne bir damla bile uyku girmemiş. Bütün gece sabaha kadar oturmuş. Sabaha karşı kalkmış, giyinmiş ve sarayın bahçesine çıkarak bir o yana bir bu yana gezinmeye başlamış. Etrafta nöbetçilerden başka kimsecikler de yokmuş. Onların uygun adım ayak seslerinden başka da çık çıkmıyormuş bahçede. Tanyeri de ağarmak üzereymiş.
Sarayın avlusunun giriş kapısının önünden geçerken, nöbetçilerin, gür ve tok sesle, “- Dur postacı!..” demeleriyle kendine gelmiş. Önce, kendisine diyorlar sanmış. Sonra, avlu kapısı açıldığında, gelenin sarayın postacısı olduğunu anlamış. Üzerindekiler nöbetçilerce didik didik aranan postacı, atının üzerinde, ağır, ağır saraya doğru ilerlemeye başlamış.
Tam o anda, oğlanın beyninde şimşekler çakmış. “- Çok güzel. Bundan daha iyi çözüm olamaz.” diye içinden geçirmiş. Hızlı adımlarla saraya, odasına dönmüş. Çekmeceden çıkardığı kağıda, Türk Padişahının ağzından iki mektup yazmış; biri kendisine, diğeri de Hindistan Padişahına.
Özenle kaleme aldığı mektupları ayrı ayrı zarflara koyarak, kapatmış. Üzerlerine de, şamdandan erimiş mum dökmüş. Cebindeki on parayla da, paranın üzerindeki Padişah Tuğrasının mumlara çıkmasını sağlamış. Sonra da, rahatlamış bir şekilde, zarfları çekmeceye yerleştirerek, kendini yatağa atmış ve huzur içinde uykuya dalmış.
Uyandığında, güneş çoktan bir mızrak boyu yükselmiş; sarayda günlük koşuşturmalar başlamışmış. Şöyle bir gerindikten sonra, duşunu alıp, kordonu çekerek kahvaltısını getirtmiş. Bir güzel kahvaltı yapmış. Akşamın olmasını beklemiş.
O gece, uyur kalırım korkusuyle yine uyuyamamış. Tan yeri ağarırken, zarfları çekmeceden alıp, bir önceki gün yaptığı gibi sarayın bahçesine çıkmış ve avlu kapısının bir kaç yüz metre gerisinde postacıyı beklemeye başlamış.
Tam zamanında, aynı gür ve tok ses, postacıyı durdurmuş. Arama işleminden sonra, postacı, atının üzerinde avluya girip, saraya yönelmiş.
Postacı oğlanın hizasına geldiğinde, onun giyinişinden saraydan biri olduğunu hemen anlamış ve anlar anlamaz da atından inerek oğlanın önünde saygı ile eğilerek selamlamış.
Tam geri geri çekilmek üzereyken, oğlan postacıya durmasını işaret etmiş. Postacı, elleri önünde kavuşturulmuş vaziyette, hafifçe başı eğik, öylece kalmış.
Oğlan cebinden zarfları çıkarırken, “- Bak postacı” demiş: “- Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi dinle. Sana iki adet mektup zarfı vereceğim. Bunları alıp gözün gibi saklayacaksın. Sana söyleyeceğim zamanda, getirip, birini bana; diğerini de Padişahımız Hazretlerine vereceksin ve Türk Padişahından geldiğini söyleyeceksin. Ama, işin doğrusunu kimse bilmeyecek.”. Cebinden çıkardığı zümrütü elinde postacının görebileceği şekilde tutarken, sesine saraylıların korkutucu ve vakur tonunu vererek, “- Başkalarına söylersen kellen gider. Ama dediklerimi yaparsan bu zümrüt senin olur.” diyerek uyarır postacıyı.
Zümrütün yeşil ışığıyla gözleri kamaşan Postacı ne yapacağını şaşırmış; adeta dili tutulmuş. Hayatında böylesine büyük ve güzel zümrüt görmemişmiş. Böylesi, mücevhercilerde bile yokmuş. İçinden, “- Buna sahip olursam, tüm ailemin ve benim hayatımız kurtulur” diye geçirmiş. Elini zümrüte doğru uzatmak istemiş: ama, oğlan hemen elini geri çekmiş. “- Yookk!..” demiş; Hizmetinin gereğini yerine getirdikten sonra alacaksın.”.
Hayatının en büyük fırsatının ayağına geldiğini düşünen postacı, saraylının(!) sözüne inanmaktan başka çare görememiş. “- Mektuplarda ne varsa var; bana ne…Ben zümrütü alırsam yeter; gerisi beni ilgilendirmez. Ayrıca, bunlar saray işleri, benim aklım ermez. Hem karşımdaki koskoca saraylı. Mutlaka bir bildiği vardır.” diye içinden geçirmiş.
Ardından da, mektupları alarak, çantasının gizli bir gözüne yerleştirmiş. “- Merak etme devletlüm, ben onları gözüm gibi koruyacağım.” deyip ayrılırken, oğlan postacıyı bir kez daha uyarmış:
“- Unutma haaa!.. Tam sana söyleyeceğim zamanda mektuplar sarayda olacak. Ne bir gün eksik, ne bir gün fazla. Mektupları getirdiğinde de, ödülün senin olacak.”.
Ardından, zamanın durduğu, geçmek bilmediği günler başlamış.
Padişah da, oğlana söylediği gibi, uygun bir zamanda kızını huzuruna çağırmış ve konuyu açıp, düşüncesini sormuş.
Kız, “- Sevgili babacığım” diyerek sözlerine başlamış ve devam etmiş: “- Bilirim, benim için her şeyin en iyisini düşünürsün. Bu bakımdan da, ben Dünyanın en şanslı, en mutlu insanıyım. Şehzade Hazretleri de, hem çok iyi, hem de çok yakışıklı bir genç. Ondan daha iyi bir eş bulabileceğimi düşünmüyorum. Aslında, benim de gönlüm ısınmıştı ona. Tabii ki takdir sizin. Nasıl isterseniz öyle olsun. Ama, şimdiye kadar size sözünü edemediğim bir sorun var. Nasıl desem bilmiyorum.”.
“- Hayırdır inşallah” demiş Padişah, biraz da hayretle. “- Sorun nedir kızım? Söyler misin? Bir hatasını ya da saygısızlığını mı gördün? Ailemize yakışmayan bir yanı mı var Şehzadenin?”.
“- Hayır babacığım” diye yanıt vermiş, Prenses. “- Ne bir hatasını, ne de saygısızlığını gördüm Şehzadenin. Her şey çok iyi, çok güzel fakat…”. Sözün burasında yutkunmuş, Prenses.
Padişah da, “- Fakat ne?” diye, biraz da telaşla, sormuş.
Kız, yutkunmaya devam etmiş; söyleyecekmiş gibi olmuş, ama vazgeçmiş; yeniden, “- Fakat!..” der gibi mırıldanmış.
Padişah sabırsızlanarak, “- Hadi kızım söyle, nedir sorun?” diye üstelemiş.
“- Baba” diye cılız bir sesle yanıt vermiş kız; “- Senin isteğin üzerine geldiği günden beri Şehzadeye refakat etmekteyim. Her yere birlikte gidiyoruz. Yani uzunca süredir yan yanayız. Şehzadenin ellerinde bir koku var; deri, kösele kokusu.”.
Padişah içinden derin bir oh çekip, rahatlamış ve arkasına yaslanmış. “- Bu muydu derdin kızım?” demiş ve sonra da babacan bir sesle eklemiş; “- Bunda ne var. Şehzadedir, ayakkabıcıların önünden geçerken, merak edip içeri girmiş; köselelere kalitesini denetlemek için şöyle bir dokunmuş olabilir. Hadi canım, bunları dert etme…”.
“- Pekiyi babacığım!..” demiş kızı, “- Sen öyle diyorsun öyledir. Eğer, o benimle evlenmeyi kabul ederse, ben de kabul ederim” diye de eklemiş.
Kızının olumlu yanıtını alan Padişah, nihayet biricik kızına uygun eş; kendisine de ülkesini emanet edebileceği oğul bulduğunu düşünerek, mutluluktan havalara uçmuş.
Günler, haftalar geçmiş; postacıya, mektupları getirmesi gerektiğini söyleme zamanı gelmiş. Oğlan, bir sabah, her zamanki saatte postacıyı karşılayarak, mektupları yarın getirmesini söylemiş.
Ertesi gün, postacı, tanyeri ağarırken, sarayın avlusundan girmiş ve saray görevlisine iki mekubu uzatırken, Türkiye’den geldiklerini söylemiş. Görevli, önemli olabileceklerini düşünerek, koşmuş ve huzura çıkmak için izin istemiş. Haber Padişaha ulaştırıldığında, Padişah telaşla, mektupların hemen kendisine getirlemesini emretmiş.
Padişah kendisine ait olan mektubu aceleyle açmış. Mektup, “Sevgili ve aziz dostum” diye başlıyor ve şöyle devam ediyormuş:
“Oğlumdan dün bir mektup aldım. Bu mektubunda oğlum, olan biteni; ülkenizde geçirdiği zamanı, konukseverliğinizin yüceliğini tüm ayrıntılarıyla anlatmış. Bundan ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz. Oğlum, mektubunda, ayrıca, en önemli haberden, dünya güzeli kızınızı kendisine eş olarak vermek istediğinizden de söz etmiş; benimle annesinin olurumuzu ve hayır dualarımızı istemiş. Bir babanın ve annenin hayatta isteyebileceği en yüce dilek, hayatta iken, evlatlarının mutluluklarını görmektir. Sevgili kızınızın oğlum için çok iyi bir eş olacağından hiz kuşkum yok. Ben ve eşim Sultan Hanımefendi, bizzat, gelip; kızınızı sizden istemeyi çok arzu ederdik. Ancak; bu günlerde, komşularımızım seferberlik hazırlığı içerisinde oldukları haberini aldık. Takdir edersiniz ki, böylesine günlerde ülkemi terketmem hiç doğru değil. Devletimin ve ordumun başında olmam, Padişah olarak benim en asli görevim. Beni, oraya gelip, kızınızı isteme görevinden bağışlayacağınızı umuyorum. Bu mektubumu, bu görevin yerine getirilmesi olarak kabul edip; Allahın emri, Peygamberin kavli ile, sevgili kızını oğluma eş olarak verme lütfunda bulunursanız, eşimi ve beni Dünyanın en mutlu insanı kılarsınız. Bundan böyle oğlum, sizin de oğlunuz. Sizin, hem oğlan, hem de kız babası olarak gerekenin en iyisini yapacağınızdan eminim. Ben de, bize düşeni en iyi şekilde ve en kısa zamanda yapma konusunda söz veriyorum. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle gözlerinizden öpüyorum, aziz ve sevgili dostum.”.
Mektubu, bir çırpıda okuyup bitiren Padişah, sevinçten uçmuş. Hemen oğlanı çağırtıp; ikinci mektubu da ona vermiş.
Mektubu alan oğlan, heyecandan elleri titriyormuş gibi yaparak, mektubu açmış ve okuduktan sonra, Padişaha dönerek, saygı ile, “- Bundan sonra takdir sevgili kızınızın ve sizin efendim.” demiş.
Padişah, derhal Başveziri çağırarak, düğün için hazırlıklara başlanması talimatını vermiş. Postacı da, ertesi günün sabahında zümrüdüne kavuşarak, sevinçle saraydan uzaklaşmış.
Düğün hazırlıkları devam ederken, oğlanı başka bir düşünce almış, bu kez: Düğün hediyesi ne olacak?
Yine, kara kara düşünmekten geceleri gözüne uyku girmez olmuş.
Günler, geceler hızla geçmekteymiş. Bu geçelerden birinde, odasının balkonundan dalgın dalgın uzaklara bakarken, sarayın birkaç fersah uzağında yanmakta olan bir ateş ve ateşin etrafında da bir kalabalık görmüş. Dikkatli baktığında da, etrafta çadırların ve hayvanların olduğunu farketmiş. Ateşin etrafındaki kalabalığın, uzaklardan satmak üzere mal getiren bir kervan olduğunu hemen anlamış.
Saraydan çıkıp kervana doğru, ağır adımlarla, yürümüş. Bir elinde de, Padişahın hazinesinden hatıra olarak aldığı elmas varmış. Elması, avucunun içinde kervana doğru tutarak ilerlemiş. Gecenin karanlığında, elmastan öylesine güçlü bir ışık yansıyormuş ki; kervandakilerin gözleri kamaşmış.
Kervandakiler, bu parlak ışığa önce şaşırmışlar; sonra da, bunun kendilerine doğru gelen birinden kaynaklandığını anlamışlar. Olsa olsa, bu gelen, saraydan biri olabilir diye de aralarında konuşmuşlar. Böylesine güçlü bir ışığı çıkaran şeye ancak bir saraylı sahip olabilir demişler.
Oğlan kervana yaklaştığında, kervandakiler hep birlikte ayağa kalkıp, ona doğru birkaç adım atmışlar. Ve hepbir ağızdan, “- Hoşgelmişsiniz devletlüm” demişler.
Karşılıklı hoşbeşten sonra; oğlan, kervanın nereden geldiğini, yükünün ne olduğunu sormuş. İçlerinden kervanbaşı olduğu tavrından anlaşılan biri, öne atılarak, “- Beyzadem” demiş; “- Biz Anadolu’dan gelmekteyiz. Biz buradan, ipek, kıymetli taş filan alıp götürürüz; oradan da, bu ipekten mamul giysiler, halılar, takılar, bakır kap kacak ve kurutulmuş yiyecekler getirip burada satarız. Şu andaki yükümüz de, Anadolu’dan getirdiğimiz bu şeyler.” diye de eklemiş.
Oğlan duyduklarına sevinmiş. Etrafına şöyle bir bakar gibi yapmış. Gerçekten de, etrafta onlarca çadır ve deve varmış.
Kervanbaşına dönerek, “- Eğer” demiş; “- Bu kervanın yükünü sabah şafakla birlikte, getirip saraya yıkarsanız, bu elması size veririm”. “- Ancaaak!..” diye de eklemiş; “- Bu kervanın, Türk padişahı tarafından biricik ve sevgili oğlunun düğünü için, hediye olarak gönderildiğini söyleyeceksin. Gerçeği de kimse bilmeyecek. Eğer, saraydan birine veya başkalarına söylersen, elması alamayacağın gibi, kellenden de olursun”.
Sevinçten ileri atılan kervanbaşı,“- Beyzadem, lafımı olur. Kervan emrinizde. Yük, yarın şafakta, emrettiğiniz gibi, sarayın avulusuna yıkılmış ve gerekenler görevlileler söylenilmiş olacak.” diye heyecanla konuşmuş.
Oğlan, Kervanbaşına, elması, yük söylenen yere boşaltıldıktan sonra, akşam gelip burada kendisine vereceğini söylemiş ve geldiği gibi saraya doğru ağır adımlarla ve saraylı edasıyla kervandan uzaklaşmış.
Kervanbaşı, uzun uzun oğlanın ardından baktıktan sonra, rüyamı gördüm acaba diye kendi kendine yüksek sesle konuşmuş. Onu duyan etrafındakiler, “- Hayır, rüya değildi. Biz de gördük, hem elması, hem de beyzadeyi” diye birbirini tastik etmişler.
“- O halde” demiş kervanbaşı, “- Yarın sabah şafakta bize söyleneni yapacağız. Gerisi bizi ilgilendirmez. Çok karlı bir iş çıkardık. Hem malı hemen sattık, hem de çok para kazandık. O elmas kimbilir ne kadar eder. Haaa!.. unutmadan, bu gece olanları kervan dışındakilere söyleyen olursa benden çekeceği var. Herkes dilsiz olacak. Yarın sarayda da yalnızca ben konuşacağım. Soran olursa, ‘Biz bilmeyiz, kervanbaşı bilir’ diyeceksiniz. Payınıza düşeni alacaksınız tabii.”
Kervandakiler, hepbir ağızdan, “- Sen hiç merak etme ağam!..” diye bağırmışlar.
Sabah gün ağarırken, saray halkı büyük bir gürültü ile uyanmış. İnsan ve hayvan sesleri ile çıngıraklar birbirine karışıyormuş. Herkes yataklarından fırlayıp, balkona, balkonu olmayan da penceresine koşuşturmuş.
Bir de ne görsünler, kırk develik bir kervan, yükünü sarayın avlusuna boşaltmakta. Çuval çuval, balya balya eşya, sarayın avlusunun orta yerinde dağ gibi yığılmış.
Diğerleri gibi, ne olduğunu balkonundan anlamaya çalışan Padişah, derhal Başveziri çağırtmış. Koşarak gelen ve daha önce ne olduğunu görevlilerden öğrenen Başvezir, olanı biteni Padişaha, ballandıra ballandıra, anlatmış. Duyduklarına hem hayret eden, hem de çok memnun olan Padişah, olayı yanından izleyen kızına dönerek;
“- Gördün mü kızım? Ben sana söylemiştim, endişenin yersiz olduğunu. Bak babası, taa!.. oralardan kırk deve yükü kervanla düğün hediyesi göndermiş. Kervanda, düğün hediyesinin yanında, konuklarımıza ikram edilmek üzere yiyecek içecek de varmış. Bu zenginlik, bir padişahda olmaz da kimde olur, behey sevgili kızım.” diye, heyecanlı heyecanlı konuşmuş.
Babasının yüzünde güller açarak yapmış olduğu açıklama ve gördükleri karşısında söyleyecek söz bulamayan kız, içinden, “- Herhalde yanıldım” diye geçirmiş. Yanılmış olmasına da çok mu çok sevinmiş.
Sonunda düğün hazırlıkları tamamlanmış. Tam kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Birbirinden değerli konuklar, krallar, prensler, beyler, beyzadeler, doldurmuşlar sarayı. Görkemli sofralar kurulmuş. Sofralarda envayi çeşit yiyecek ve içecek varmış, bir kuş sütü eksikmiş. Padişah emrindekilere talimat vermiş, hiç bir şeyin noksan olmaması için. Bir yandan da sarayın avlusunda canbazlar, hokkabazlar ve sihirbazlar gösteri yapıp, konukları eğlendiriyorlarmış. Hindistanın ünlü rakkaseleri de boş durmuyorlarmış. Etkileyici hint müziği eşliğinde tüm hünerlerini konuklara göstermekle meşgullarmış. Geceleri, maytaplar, sarayın avlusunu gündüz gibi aydınlatıyormuş. Gökyüzünde birbiri ardından çiçek gibi açılan rengarenk ışık demetlerini konuklar hayranlıkla izliyorlarmış.
Düğünün tek eksiği, oğlan tarafıymış. Ama, konuklar bu durumu anlayışla karşılamışlarmış. Ne yapsınmış Türk Padişahı, ülkesi tehdit altında iken. Böyle bir durumda, ülkesini bırakıp gelmek, bir padişaha yakışmazmış. Padişaha yakışan, ordusunun başında olmakmış. Ayrıca, Türk Padişahı da, İstanbul’da, aynı tarihlerde, görkemli bir düğün yaptırıyor olmalıymış, biricik oğlunun mutluluğunu kutlamak için. Böyle konuşuyorlarmış konuklar kendi aralarında.
Düğün bittikten sonra, saray her zamanki yaşamına geri dönmüş. Düğünün yorgunluğu da çoktan unutulmuş. Padişah, düğünden sonra, kızının mutluluktan uçacağını, ayaklarının yere başmaz olacağını düşünmekteymiş. Ama, öyle olmamış. Genç prensesin yüzünde ve tavırlarında, mutluluğun izi yokmuş.
Padişah, kızının bu durgun haline çok üzülüyormuş; yanına çağırıp, ne olduğunu sormuş. Kız, her defasında, bir şey olmadığını söylemişse de; sonunda babasının ısrarına dayanamayıp konuşmuş.
“- Baba!..” demiş kız, üzgün ve cılız bir sesle; “Aynı koku!? Vallahi de billahi de şehsade kösele kokuyor. Bir şehzade için bu hiç de olağan değil. Ben Türkiye’ye gidip, ailesini görmek ve gerçeği öğrenmek istiyorum. Ancak, o zaman mutlu olacağım.” .
Baba, kızının bu haline çok üzülmüş. Yolun çok uzun, yorucu ve tehlikeli olduğunu düşününce, üzüntüsü daha da artmış.
“ -Yapma!.. Sevgili ve gözümün bebeği kızım” demiş; “- Bu seninkisi çok zor bir istek. Yolculuk, senin için uzun, yorucu ve tehlikeli, Yolda haydutlar pusuda bekliyorlar. Hem ben, onca zaman biricik, gözümün nuru kızımdan nasıl ayrı kalırım? Burada bir başıma onsuz ne yaparım? Ya başına bir şey gelirse, nerelere giderim? Yaşım da oldukça ilerledi, seni bir daha göremeyebilirim.” diye de eklemiş eklemesine de, kızını bir türlü ikna edememiş. Ne söylediyse boşa gitmiş. Kızı nuh demiş de peygamber dememiş. İlla da gideceğim diye tutturmuş. Her defasında;
“- Biliyorum canımın içi babacığım, her türlü tehlikenin bizi yolda beklediğini biliyorum. Ayrıca, senden uzun süre ayrı kalmak benim için de çok zor. Ama bu yolculuk benim için hayat memat meselesi. Gerçeği öğrenmeden, ailesini gözlerimle görmeden yaşayamam, hayat bana zehir olur.” diye iki gözü iki çeşme ağlamış.
Baba yüreği değil mi, sonunda dayanamamış Padişah. Çaresiz boyun eğmiş, “- Tamam kızım, emir vereyim de hazırlıklara başlansın.” demiş.
Kızın İstanbul’a gitme konusundaki arzusu oğlana da uygun bir dille anlatılmış. Oğlan, olmaz diyememiş. Zaten de olmaz diyecek durumda değilmiş. Değilmiş, değil olmamasına da, ne yapacağını bilememiş. Çaresiz, Padişah gibi, o da boyun eğmiş eşinin isteğine. Üstelik, “- Tabii gönlümün baharı, hayatımım çiçeği, bu senin en doğal hakkın. Zaten, ben de sevgili anne ve babamı ve de ülkemi çok mu çok özlemiştim. Sayende bu özlemimi gideririm.” demek zorunda kalmış. Ama içinden de, “- Ne yapmalı? Ne yapmalı da bir çözüm bulmalı?” diye geçirir olmuş.
Günler geçmiş; yolçuluk zamanı gelmiş çatmış. Padişah, büyük bir kervan hazırlatmış. Kervana, yol boyunca ihtiyaç duyulacak yiyecek, içecek ve eşyalar yanında, Türk Padişahına sunulmak üzere çok değerli hediyeler de yükletmiş. Kervanı korumaları için de, seçme yiğitlerden bin süvariyi görevlendirmiş.
Yolculuk saatinde, kervan, davullarla zurnalarla yola çıkmış. Sarayın avlusunda toplanan halk da, sevgi ile onlara el sallamışlar. Arkalarından testi, testi su dökmüşler, gittikleri gibi dönsünler diye.
Günler geçmiş, kervan yağmur, kar, fırtına demeden ilerlemişler. Kimi zaman, haramilerle de karşılaşmışlar; ama, Padişahın seçkin süvarileri onların hakkından gelmişler. Kentler, kasabalar, ülkeler geçmişler. Hiç anlamadıkları dilde konuşan insanlar tanımışlar ve, sonunda, Anadolu’ya ulaşmışlar. Kervan, Anadolu’yu boydan boya geçerek, İstanbul’a bir günlük mesafede, bir su kenarında konaklamış.
Yolboyu düşünen oğlan, sonunda İstanbul’daki Padişaha bir mektup göndermeye karar vermiş ve kağıt kalem isteyip, mektubu kaleme almış.
“Haşmetli Efendim” diye başlayan mektubunda oğlan, önce, adını kullanarak, kimi işlere kalkıştığı için Padişahtan kendisini bağışlamasını dilemiş; sonra da, olan biteni, ta baştan itibaren tüm ayrıntısıyla anlatmış. Kendisini evlatlarından biri olarak kabul etme lütfunda bulunması halinde, çok büyük bir iyilik yapmış olacağını yazmış. Mektubu, saygılarını sunarak bitirmiş.
Zarfı kapattıktan sonra, süvarilerin komutanını çağırtmış. Ona, yanına en iyilerinden elli süvari alarak, mektubu İstanbul’a götürmesini ve Padişaha bizzat ulaştırmasını söylemiş. Hizmeti karşılığında da, elinde tuttuğu yakutu alacağını eklemeyi unutmamış.
Asker selamını verdikten sonra hızla oğlanın yanından ayrılan Komutan, hemen elli seçkin adamıyla, İstanbul’a doğru yola koyulmuş.
O sırada, yatağında mışıl mışıl uyumakta olan Padişah, sıçrayarak yatağından doğrulmuş. “- Allahhh!.. Allahhh!..” diyerek, başını iki yana sallamış ve “- O ne biçim rüyaydı öyle?!” diye içinden geçirmiş Sonra da, yanında uyumakta olan eşini, “- Kalk Sultanım, kalk!..” diye seslenerek uyandırmış.
Gözlerini oğuşturarak uyanan eşine, “- Ben bir rüya gördüm. İnanmayacaksın ama sonunda Yüce Tanrı bize bir erkek evlat gönderiyor. Yıllardır tahtımı kime bırakacağım korkusuyla yaşadım. Bir erkek evladımız olmadı. Şimdi, Tanrı onu bize gönderiyor.” diye heyecanlı heyecanlı rüyasını anlatmış.
Hala gözlerini oğuşturmakla olan eşi, “- Bey, beyyy!..” demiş; “- Gördüğün bir rüya. Her rüya gerçek olacak diye bir şey yok. Yat, uyu, rahatına bak. Bu yaştan sonra bizim evlat sahibi olmamız mümkün değil.” demiş ve yatıp yeniden uykuya dalmış.
Ancak, Padişahın gözüne bir daha uyku girmemiş, sabahı dar etmiş. Alışkanlığının tersine, gün ağarmadan yataktan kalkmış; duşunu alıp giyinmiş; temiz hava almak için balkonu çıkmış. Bir yandan da, günün ilk ışıklarının yansıdığı Boğazın mavi sularına; öte yandan da, karşı kıyıda kıvrıla kıvrıla doğuya, Anadolu’nun içlerine doğru uzanan yolu seyre dalmış. Rüyasını düşünmüş. İçinden, “- Gerçek olsa, ne iyi olurdu” diye geçirmiş. Uzun hayatında herşeye sahip olmuş; bütün Dünyaya hükmetmiş; krallara önünde boyun eğdirmiş; ama, Allah ondan, tüm sahip olduklarını, tahtını, devletini bırakıp gideceği bir erkek evladı esirgemişmiş.
Gözleri uzaklara dalmış böyle düşünürken, Anadolu’ya uzanan yol üzerinde, zorlukla seçilebilen bir toz bulutunun yükselmekte olduğunu farketmiş. Elini gözlerine siper ederek; yeniden ve dikkatlice baktığında; bunun, tozu dumana katarak kente doğru gelen bir süvari kafilesi olduğunu anlamış.
Hemen, uşakları çağırıp, Başvezirin derhal huzura gelmesini emretmiş. Telaşla huzura gelen Başvezire de, hemen adamlarını karşı kıyıya gönderip, gelenleri karşılamasını ve derhal, buraya, saraya getirmesini emretmiş.
Başvezir emredileni yapmış ve karşı kıyıda gelen süvarileri karşılayıp, saraya getirilmelerini sağlamış. Süvarilerin komutanı, Hindistan’dan geldiklerini, Padişaha bir mektup getirdiğini, çok önemli olan mektubu bizzat kendisinin Padişaha takdim edeceğini bildirdiği için; doğruca Padişahın huzuruna çıkartılmış.
Padişah, aceleyle ve elleri titreyerek, zarfı açıp, mektubu okumaya başlamış. Okudukça da, gözleri sevinçten ışıldamaya başlamış; yüzünde güller açmış. Aniden fırlamış ve yatak odasına koşarak, hala uyumakta olan eşini telaşla uyandırmış.
“- Hanım, hanımmm!.. Kalk, bak. Bana inanmamıştın. Rüyam gerçek oldu. Kalk bak bize bir oğul geliyor. Hem de gelinimizle birlikte, uzak diyarlardan. Kalk çabuk, onları karşılayalım.” diyerek, bir çırpıda, olanı biteni, uykusunu henüz alamamış olan, eşine anlatmış.
Hemen arkasından da, etrafa emirler yağdırmaya başlamış. Hazırlıklar yapılmasını, karşılama töreni düzenlenmesini, en az bin kişiye yetecek yemek hazırlanmasını, yemekte kuş sütünün dahi eksik olmamasını emretmiş.
Sarayda, bir telaş başlamış; tüm hazırlıklar kısa sürede bitirilerek; karşılama alayı, Anadolu’ya doğru hareket etmiş. Başlarında da, Padişah ve Hanım Sultan varmış.
Oğlan, uzaktan kendilerine doğru gelen yoğun toz bulutunu görünce, önce korkmuş. Padişahın mektubunu okuyunca çok sinirlenmiş ve üzerine ordu gördermiş olabileceğini düşünmüş. Her olasılığa karşı önlem almak gerekir diye düşünmüş.
Kervana çeki düzen verilmesini emretmiş. Prensesle kendisi önde, süvariler arkada, kervanın kalanı da en arkada olmak üzere, gelen toz bulutuna doğru harekete geçmişler.
İki kafile karşılıklı olarak yaklaştıklarında, Padişahın kafilesinden bir atlı olanca hızıyla fırlayıp, oğlanla Prensesin önüne kadar gelip, saygıyla selamladıktan sonra; Padişah Hazretleri ile Hanım Sultanın sevgili oğullarını kucaklamak için sabırsızlıkla beklediklerini söylemiş. Bunları duyan oğlan, içinden derin bir oh çekmiş.
Kafileler bir araya geldiklerinde, Padişah, kollarını iki yana açarak, ileri atılmış ve, “-Oğlummm benim. Gözlerimiz yollarda kaldı. Annen ne zamandır iki gözü iki çeşme ağlamakta. Niye bu kadar geciktin? Bizi özlem içinde bıraktın.” diyerek oğlana sıkıca sarılmış. Ardından, Hanım Sultan da sevgi ve şevkatle oğluna ve gelinine sarılıp öpmüş.
Prensesin yüzü sonunda gülmüş. “- Demek doğruymuş; gerçekten şehzade imiş. Babam da haklıymış. Boşuna kuşkulanmışım, boşuna üzülüp babamı üzmüşüm.” diye içinden geçirmiş.
Kısa hasret gidermeden sonra, önde mehter takımı, kafile güle oynaya saraya yönelmiş.
Padişah, oğlunun Hindistan seyahatinden, Hindistan Padişahının güzel prensesiyle evlenerek döndüğünü, kırk gün kırk gece bir düğün de burada yapılacağını, tellallar çağırtarak, cümle aleme duyurmuş. Yabancı ülke krallarına davetiyeler gönderilmiş.
Biz, tam burada, masalın sonuna gelindiğini anlardık. Nitekim, amcam da, derin bir nefes aldıktan sonra, İstanbul’da, kırk gün kırk gece süren görkemli bir düğün yapıldığını; her gece, İstanbul sokaklarında fener alaylarının dolaştığını; atılan maytaplardan ışıl ışıl olan Boğaz’da ve Haliç’te, müzik eşliğinde, ışıklandırılmış saltanat kayıklarının volta attığını; herkesin çılgınlar gibi eğlendiği bu düğünde, yiyeceklerin ve içeceklerin haddi hesabı olmadığını söyler ve, düğünün kafamızda canlanan görkeminden ağzı açık kalakalan bizlerin gözlerindeki mutluluğu okuyormuş gibi, eklerdi:
“- Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…”.
Masal, burada biterdi; ama, amcam şu tekerlemeyi yinelemeyi hiç unutmazdı:
“- Gökten üç elma düşmüş; biri, masalı anlatana; diğeri, (örneğin, beni göstererek) Turgut’un amcasına; üçüncüsü de, (bu kez torununu göstererek) Metin’in dedesine.” derdi.
Bizim, hoşnutsuzluktan homurdandığımızı görerek de;
“- Hepsi dinleyenlere” diyerek, elma taksimatını düzeltirdi.
BABAM, MASAL ANLATMAYA, HER ZAMAN, “DEV ELMAYI YEMİŞ”LE BAŞLARDI.
Avlunun kapısı sertçe açıldığında, vâkit ikindiyi henüz geçmişti. Ağustos güneşinin, bulutsuz bir gökyüzünde, olanca parlaklığıyla kendisini gösterdiği bir gündü. Annem, her akşam yaklaşırken yaptığı gibi, avluda, Ömer amcaların tandırevinin duvarının dibinde, kendi inşâ ettiği ocakta, akşam yemeğini pişirmekteydi. Bense, evin beş altı basamak merdivenle çıkılan sundurmasında, ayaklarımı sundurmanın kenarından aşağı şarkıtmış; elimdeki çakı ile, bir tahta parçasına şekil vermeye çalışıyordum. Kapı sesine ikimiz de başımızı kaldırdık. Gelen babamdı. Sağ elinde bir gazete vardı; yüzünde de, canının sıkkın olduğunu gösteren bir ifade…
Kapının açıldığı saat, babamın alışılmış eve gelme saati değildi. Babam, eve, dükkânı kapattıktan sonra gelirdi. Geldiği saatte de, uzun günlerde bile, hava alacakaranlık olurdu. Üstelik; gazetesini, elinde değil, ceketinin sağ cebinde taşırdı. Elindeki gazeteye gelince, her zaman okuduğu gazete değildi. Olağandışı bir şey olduğunu, annem de, ben de hemen anladık. Annem yerinden doğruldu; bense, merdivenlerden inmek üzere davrandım. Babam, elindeki gazeteyi uzatarak, bana doğru yürüdü. Telaşlandığımı hissettim.
“- Al bak!..” dedi, sert ve sıkıntılı bir sesle; “- Al da gör!.. Kazananlar arasında adın yok. Kazanamamışsın!..”.
Telaşım arttı. Merdiveni iki adımda indim. Bir yandan da, “- Nasıl olur?! Sınavım çok iyi geçmişti!..” diye mırıldandım. Gazeteyi, babamın elinden hızla kaptığımı; sınav sonuç ekinin sayfalarını, sundurmanın üzerinde, parmaklarım titreyerek, açtığımı anımsıyorum. Ankara Hukuk Fakültesini kazananların bölümünü, sayfaları birkaç kez açıp kapattıktan sonra bulabildim. Uzunca bir isim listesiydi. Yıl 1965’di. Hatırladığıma göre; üniversitelere girişte merkezi sınav sistemi, ikinci kez uygulanmaktaydı. O zamanlar, üniversiteye girişte iki sınav yapılırdı. İlki, Orta Doğu Teknik Üniversitesinin; ikincisi de, diğer üniversitelerin öğrenci alımları içindi. Hedefimde hukuk fakültesi olduğundan, ben ilkine girmemiştim. İkinci sınava ise, yine hatırladığıma göre kırkbeş bin aday katılmıştı. Bugünkü sayı ile karşılaştırıldığında önemsiz gibi görünen bu sayının da yalnızca onda biri fakültelere yerleştirilecekti. Sınava, Ankara Hukuk Fakültesinin, buzdolabı tabir edildiğini öğrencilik yıllarımda öğrendiğim, dördüncü sınıfında girmiştim. O tarihte, adayların altı tercih hakkı vardı. Altı hakkımı da kullandığımı hatırlıyorum. Diğer tercihlerim, Ankara Tıp Fakültesi, Ankara Ziraat Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Dil, Tarih Ve Coğrafya Bilgileri Fakültesinin Arkeoloji ve Fransızca bölümleri idi. Ben, ilk tercihim olan Ankara Hukuk Fakültesini kazanacağımdan emindim; diğerlerini, salt tercih formu boş kalmasın diye yazmıştım.
Uzun isim listesini gözden geçirmeye başladığımda; kazananların isimleri, önce, gözümün önünde uçarcasına geçti. Değil kendi adımı bulabilmek, diğer isimleri ayırt edebildiğimi bile sanmıyorum. Listeye, baştan, ikinci kez baktım. Bu kez, işaret parmağımı, her ismin üzerinde, gezdirerek listeyi inceledim. Listenin ortalarına gelmemiştim ki, adımı gördüm. “- İşte!..” diye, sevinç ve heyecanla, bağırdım; “- İşte, adım!.. Kazanmışım!..”. Babam, “- Hani nerede?!” diye telaşla gazetenin ekini elimden aldı. Okuma yazma bilmeyen annem de, gazeteye atıldı. Adımı parmağımın işaret ettiği yerde okuyan babamın, o andaki sevincini tarif edemem. Yüzündeki üzüntülü hava, birden dağılıp, yerini sevinç ve mutluluk aldı. “- Nasıl olur?!” diye mırıldandı; “- Halbuki, kaç kez incelemiştim, listeyi!.. Görememişim demek…”.
Kazanamamış olsaydım; babamın çok üzüleceğini biliyordum. Babam, hep benim hâkim olmamı isterdi. Ta!.. Aklımın erdiği ilk zamanlardan beri, her fırsatta, etrafındakilere, “- Benim oğlum hâkim olacak…” derdi. Bu telkin benim beynimde öylesine yer etmişti ki; büyüdüğümde ne olacağımı soranlara, hiçbir zaman, gönlümdeki elektrik mühendisliğini söylemedim. Kim sorarsa; “- Hâkim olacağım.” dedim. Babamın, benim hâkim olmam konusundaki arzusu, başından geçen bir olay dolayısıylaydı. Babam, sanıyorum, biraz da, Hakkı dayıma olan kızgınlığı yüzünden, Hasan Dedemden anneme kalan seksen dönüm tarlaya; dolayısıyla da, çiftçiliğe hiç ısınamadığını söylerdi. Çiftçilikle, daha çok, annem uğraşmıştı. Annem, konu açıldığında, bir erkek gibi tırpan salladığıyla; harman sürüp, tınaz savurduğuyla övünürdü. Yeri geldiğinde de; “- Bu zamanın gençlerinde iş yok. Ben, bir çuval buğdayı sırtladığım gibi, arabaya atardım.” derdi.
Çiftten, çubuktan hoşlanmayan babam, Ankara’da yaptığı dört yıllık askerliğinden sonra, köyde bakkal dükkânı işletmeye başlamış. Bakkallığı sırasında da, mal almak için, sık sık Ankara’ya gidip gelirmiş. Bu seyahatleri ona, kimi teknolojik yeniliklerle tanışma olanağı da sağlamış. Bir gün, köye, elinde bir gramofonla dönmüş. Köylü, ilk kez gramofon görüyormuş. Söylediklerine göre; tıpkı, televizyonun evlere yeni yeni girmeye başladığı yetmişli yıllarda olduğu gibi, evimiz, her akşam, gramofon dinlemeye gelen konuklarla dolup taşarmış. Köylü, plaktan çıkan sesin geldiği yeri merak eder; kimi zaman da, gramofonu kaldırıp, şarkıyı söyleyenlerin orada saklanıp saklanmadığını öğrenmek için, altına bakarmış. Öyle olmuş ki; gramofon, nerede bir düğün var; “- Kasım Ağa, düğünümüz var. Şu senin gramofonu birkaç günlüğüne ödünç versen…” diyen koşup gelirmiş. Babam da kıramaz, verirmiş. Ama, her defasında, gramofon ya zembereği bozulmuş ya da taş plaklarından bazıları kırılmış olarak geri getirilirmiş. Babam, gramofonu tamir ettirip plakları yenilemekten, sonunda bıkmış. Annemin anlattığına göre; kafasının iyi olduğu bir gün, çıkıp üzerinde tepinmiş. Annem, babamın o halini anlatırken, gülmekten kendini alamazdı.
Babam, komşu köylerde sevilen, saygı duyulan biriydi. Bildiğim kadarıyla, düşmanı falan da yoktu. Ama, nereden eline geçirdiğini bilmediğim, öylesine duvarda asılı duran, bir mavzeri varmış. Köylülerden biri, mavzeri kendisine satmasını istemiş. Uygun fiyat vermiş olmalı ki; babam, “- Olur” demiş. Şimdi adını anımsayamadığım köylü, bir başka köylüyle, bir akşamüstü, mavzeri almak için eve gelmiş. Babam, akşam vaktinin alaca karanlığında, silahı vermeden önce, son bir kez kontrol etmek amacıyla, sağını solunu kurcalarken, nasıl olduğunu kendisinin de bilmediğini söylediği bir nedenle, silah patlamış. Namludan çıkan mermi, hemen karşısındaki köylünün sol diz kapağından beş altı santim aşağıya, kemiğe saplanmış. O sırada, annem, ahırda, inek sağmakta imiş. Patlama sesinden, ürken inek, tekme atarak, süt helkesini devirmiş. Annem; “- İnek öyle ürktü ki, attığı tekeme yüzünden, ben bir yana, helke bir yana devrildik” derdi. Babam ve köylüler, önce merminin nereye gittiğini anlamamış. Olayın sıcaklığı geçip, açığı hissetmeye başlayan köylü, neden sonra, vurulduğunu anlamış ve “- Anammm!.. Vuruldummm!..” diye bağırarak, kendisini yere atmış. Koşarak gelen annem, o sırada şokta olan babamı, sarsarak, kendisine gelmesini sağladıktan sonra; üçü birden, “- Anam vuruldum!.. Anam vuruldum!..” diye sızlanarak yerde yatan adamı incelemişler. Zeminde, öyle kan filan da yokmuş. Yalnızca, adamın pantolonunun sol dizinin altındaki küçük bir delikten hafif bir kan sızıntısı geliyormuş. Pantolonun paçasını sıyırdıklarında, kemiğe saplanan mermiyi görmüşler. Merminin yarısı, derinin içinde; yarısı da, dışında imiş. İçlerinden biri, mermiyi, bir kerpetenle tutup çıkarmayı önermiş; ancak, köylü itiraz etmiş. “- Beni, evime götürün.” demiş. En yakın sağlık kuruluşu, köyün bağlı olduğu Zir Nahiyesindeymiş. Babam ısrarla, bir araba ile oraya gitmeyi önermiş; ama, köylü, nedendir bilinmez, gitmemekte direnmiş. Annem, hemen, sıcak bir hamur kararak, yaranın üzerine koyup, bir bezle bağlamış. Sonra da, babam, sırtladığı gibi, köylüyü, Aşağı Pınar’ın yakınındaki evine götürmüş. Ertesi gün gittikleri Zir’de, doktor, ufak bir işlemle, mermiyi, kemikten çıkarmış. Ancak; olay, adli makamlara da yansıtılmış. Dahası; köylü, “- Kasım, beni, evine çağırdı ve kasten vurdu.” diye, şikâyette de bulunmuş. İstemediği bir kaza yüzünden böylesine ağır bir suçlamayla karşılaşan babam, çok üzülmüş; duruşmayı, üzüntü ve endişe ile beklemiş. O tarihe kadar, mahkeme binasına girmişliği olmadığından; en büyük korkusu, hâkim karşısında nasıl konuşacağı; olayın bir kaza olduğunu nasıl anlatacağı imiş. Suçsuzluğunu kanıtlayamayıp haksız yere hapis yatma olasılığının bulunması, onu aylarca endişelendirmiş. İlk duruşmada, hâkim, mağdura, olayın nasıl olduğunu sormuş. Köylü, iddiasını yinelemiş; babamın kendisini, eve çağırıp, kasten vurduğunu söylemiş. Babamı da dinleyen ve olayın basit bir kaza olduğunu anlayan hâkim, duruşma sonunda, mağdura dönerek:
“- Seni vurmayı kafasına koyan adam, niye evine çağırsın!..Köyünüzde, pusu kuracak yer mi yok?!. Hem, vurmak isteyen, bacağından mı vurur!.. Hem de, şahidin yanında!” diye sertçe azarlamış. Sonra da, babama dönüp:
“- Hadi oğlum, geçmiş olsun; beraatine karar verdim.” demiş.
Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmeyen; ilk kez, adalet istemek durumunda kalan babam; o an, adalet dağıtmanın ne denli önemli olduğunu gördüğünü; kürsüde, cübbesiyle oturan hâkime, hayran hayran, bakarken, ileride bir oğlu olursa, okutup hâkim yapma konusunda, kendi kendine, söz verdiğini söylerdi. Bana göre; babamın içinde bulunduğu bu an, henüz hayatta olmayan benim mesleki kaderimin çizildiği andı. Ben, hiçbir zaman, babamın bu arzusunu, içinde bırakacak, bir davranış içerisinde olmadım. Hatta; sırası geldikçe anlatırım: Ankara Gazi Lisesi’nin birinci sınıfından ikinci sınıfına geçtiğim senenin yaz sonuydu. O tarihlerde, lisenin ikinci sınıfından itibaren sınıflar “Fen” ve “Edebiyat” diye ikiye ayrılırdı. Öğrenci, seçimine göre, bu bölümlerden birine giderdi. İleride, hekim ya da mühendis olmak isteyen öğrenciler, fen bölümünü; hukuk, siyasal ve sosyal bilgiler öğrenimi görmek isteyenler de, edebiyat bölümünü seçerdi. Ortaokul yıllarımda, o zamanlar, elektroniği de içeren, elektrik mühendisliği, bana daha çekici gelmeye başlamıştı. İçimde, hep, elektrik mühendisliği okuma hevesi vardı. Bu hevesim, lise ikinci sınıfa kadar, hep, babamın beni hâkim yapma arzusunu kırmama duygusu ile çatıştı. Bu çatışmanın en şiddetlisini, fen ve edebiyat bölümlerinden birini seçmek durumunda olduğum günde yaşadım. O gün, okula, seçimimi bildirmek için gittim. Müdür muavininin odasının bulunduğu kata varıncaya kadar, seçimim sürekli değişti: Bir edebiyat bölümüne gitmeye karar veriyordum; bir fen bölümüne. Fen bölümü mezunlarının da, üniversiteye giriş sınavında başarı kazanmak koşuluyla, hukuk fakültesine gidebileceğini; edebiyattan mezun olduktan sonra ise, elektrik mühendisliği fakültesini kazanmanın hemen hemen olanaksız olduğunu biliyordum. Fen derslerine, özellikle de matematiğe yatkınlığım sebebiyle, fen bölümünde okuma isteği ağır basıyordu. Mezun olduktan sonra, üniversiteye giriş sınavında, seçimimi elektrik mühendisliğinden yana kullanmak korkusu da, beni, edebiyat bölümünü seçmeye itiyordu. Beni bu iki bölüm arasında git-gele zorlayan, işte bu iki farklı duyguydu.
Müdür Muavininin odasına vardığımızda, benimle birlikte gelen Mustafa Eniştem, koridordaki bir bankın üzerine oturdu. Ben, içimden bir bölüme karar verdikten sonra, kapıya yöneldim. Tam kapıya gelmiştim ki; vazgeçtim. Geri döndüm. Koridorda, bir süre gidip-geldim. Kararımı değiştirmiştim. Yeniden kapıya yöneldim. Tam kapıyı tıklatmak üzere idim ki; yeniden vazgeçtim. Yeni seçimime karar verinceye kadar koridorda gezindim. Ama, her defasında Müdür Muavininin kapısından döndüm. Bu, böyle, koridorda, bankta oturan eniştemin sabrının tükendiği ana kadar devam etti. Sonunda, “- Turgut!..” diye seslendi: “- Hadi artık!.. Seçimini bildir de gidelim. Beni, müşterilerim bekliyor.”. Daha fazla uzatamazdım. Müdür Muavinin kapısını tıklattım; “- Girin.” sesi üzerine de, kapıyı açıp içeri girdim ve edebiyat bölümünü seçtiğimi söyledim. Böylece; elektrik mühendisliği hevesime noktayı koymuş oldum. Öyle ki; üniversiteye başvuru belgesindeki tercih formunda, salt boşluk doldurmak için yazdığım fakülteler arasında dahi elektrik mühendisliğine yer vermedim.
Hâkim olmam konusundaki hevesinin şiddetini bilince; babamın, üniversiteye giriş sınavı sonuçlarının açıklandığı gazetede ismimi göremediği anla, benim, gazete üzerinde parmağımla işaret edip, “İşte, adım!..” diye sevinçle bağırdığım an arasında geçen uzun zaman sürecinde yaşadığı üzüntüyü, anlamamak mümkün değildi. O tarihten beri, babamın, o zaman dilimi boyunca, iç dünyasında yaşadıklarına hep üzülmüşümdür. Ama, kazandığımı öğrendiğinde, yüzündeki ve gözlerindeki üzüntü ve sıkıntının sevince dönüştüğü anı da hiç unutmadım. Kuşkusuz; elektrik mühendisliğini seçseydim ve de kazansaydım, babam yine sevinecek ve mutlu olacaktı; ama, biliyordum ki, sevinci ve mutluluğu, hiçbir zaman o andaki gibi olmayacaktı. Kim bilir? Belki, o an, yıllardır içinde beslediği; kimi zaman da, etrafındakilere dillendirdiği arzusunun gerçekleştiğini görür gibi olmuştur. Komşularla bir aradayken, söz benden açıldığında; “- Hâkim olduğunu bir göreyim; duruşma salonunda baklava dağıtacağım.” derdi. O zamanlar, henüz, ikram sıralamasında, baklavanın yerini çikolota almış değildi. Ama, ne yazık ki; baklava dağıtması, kısmet olmadı. Fakülte ikiye geçtiğim senenin sonbaharında, onu kaybettik.
Babam, tıpkı benim gibi, ailesinin en küçüğüydü. Ailenin en büyük çocuğu olan Hasan amcamla aralarında onbir yaş vardı. Çocukluğu hakkında çok fazla bir bilgim yok. Ancak; Sakarya Savaşında, Ahmet Dedemle birlikte, cepheye mermi taşıdıklarını biliyorum. Müfide ablam anlatmıştı: Bu seferlerinin birinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşmışlar. Paşa, eşeğinin sırtında mermi taşıyan dedeme hal-hatır sormuş. Dedemin, eşini kısa süre önce kaybettiğini öğrenince de; Rumeli’nden gelirken hayatını kaybeden bir yakının eşiyle evlenmek isteyip istemeyeceğini sormuş. İşte, dedemin ikinci eşi Domalan Ebem, Paşa’nın o yakınıymış. Yine, ablamın anlattığına göre; Paşa, savaş bittikten sonra, bir kez de, Domalan Ebemi ziyaret için, köye gelip, sactan yeni indirildiği için buram buram kokan, tereyağlı köy gözlemesinden yemiş; yeni çalkalanan turfandan doldurulan köpüklü ayrandan, bakır marşabayla, içmiş. Bunları, babamdan ve annemden duymuş değilim. Neden hiç söz etmediler, bilmiyorum. Belki de, ettiler de, ben anımsayamıyorum. Şu an hayatta olmayan Müfide ablam ise, bunları, büyüklerinden duymuş. Ama, Domalan Ebemin, suyun öbür tarafından olduğunu, ben de duymuştum. Onu tanıyan büyüklerim, şivesinin, köyde konuşulandan farklı olduğunu söylerlerdi.
Dedemin bu ikinci eşinden bir de kızı olmuş. Adını, Hatice koymuşlar. Dedem öldükten sonra, yaşı oldukça genç olan, Domalan Ebem, köyde durmamış. Civar köylerin birinde yaşayan dul biriyle evlenmiş. Söylendiğine göre; evlendikten sonra da çok yaşamamış. Hatice halam, küçücük yaşında, hem yetim, hem de öksüz kalmış. Savaş sonrası ikinci evliliğini yapan amcam, halamı yanına almış. O tarihlerde, babam da, Ankara’da askerliğini yapmakta imiş. Ankara’da görevli bir zabit, araya kimi yakınlarımızı koyarak, halamı evlatlık istemiş. Amcamı, daha iyi bir yaşantısının olacağına ikna etmişler; hem demişler:
“- Ankara ne kadarcık yer ki, işte tren orada. Binip gider, kardeşini sık sık görürsün. Köydeki hayatımızı biliyorsun. Savaştan yeni çıktık. Yokluk kol geziyor. Ne üstte var, ne başta. Bulursak yiyoruz; bulmazsak açız. Hatice’nin şehirde, buradakinden çok daha iyi bir hayatı olacağı muhakkak. Zabit ve eşi, okumuş, iyi insanlar. Evlat hasretiyle de yanıp tutuşuyorlar. Ona gözleri gibi bakacaklarından eminiz. Hatice, böylesine iyi bir ailenin yanında yetişip, iyi bir evlilik yapabilir; çoluk çocuğa karışabilir. Ömrünün sonuna kadar rahat edebilir.”.
Gerçekten de, bir süre, amcam ve kardeşleri, Hatice halamı, evlatlık verildiği evde ziyaret etmişler; rahatlığını görüp mutlu olmuşlar. Gelgelelim ki; zabit, bu durumdan çok da memnun değilmiş. Zira; halamın adını değiştirip, “Cemile” koymasına karşın; bizimkiler, her gidişte, onu, önceki adıyla çağırıp; köy yaşamını hatırlatıyorlarmış. Sonunda, zabit, çözümü, bizimkilere haber vermeksizin, başka bir kente naklini yaptırmakta bulmuş. Gidiş o gidiş. O tarihten sonra, ne halamdan ne de zabitten haber alınabilmiş. Zabitin, soyadını, rütbesini, birliğini almayı akıl edemediklerinden de, araştırmalarına karşın izini bulamamışlar ya da zabit öyle istediği için kendilerine bilgi veren olmamış. Çok sonraları, amcamın büyük oğlu Mustafa Ağabeyim, araştırmaya kalkmışsa da, sonuç alamamış. 1926 doğumlu olması gereken Hatice halamın, şimdi hayatta olup olmadığı; hayatta ise, nasıl bir yaşam sürdürdüğü bilinmiyor. Köyde kalsaydı nasıl bir yaşantısı olurdu? Kimbilir? Belki de, böylesi, onun için, iyi olmuştur.
Babam, Hatice halamdan hiç söz etmezdi. Aile toplantılarında sözü geçtiğinde de, çok fazla ayrıntıya girmezdi. Annemden duyduğuma göre; kendisinin askerde olduğu bir dönemde, kardeşinin evlatlık verilmesine ve bu konuda birşey yapamamasına çok üzülmüş. Halamdan söz etmemesi, bu yüzden olmalı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında askerlik, bugünkü gibi kısa değilmiş. Babam, noksansız dört yıl askerlik yapmış. İlk çocukları Ahmet ağabeyim, o askere gittikten sonra doğmuş; o gelmeden de, bir yaşında iken ölmüş. Yani; babam, oğlunu hiç görmemiş. Onun askerliği süresince, evi annem geçindirmiş. Annem, bu zaman diliminden söz edildiğinde, evi nasıl geçindirdiğini gururla anlatırdı:
“- Yalnızca, kimseye muhtaç olmadan, ona buna el açmadan yaşamakla kalmadım; babana askerliği süresince harçlık da götürdüm.” derdi.
Kolay değil; seksen dönümlük tarlayı, bir başına ekip biçmiş; harman yapıp, tınaz savurmuş. Bu arada, kundakta olan Ahmet ağabeyim, tarlada, harmanda bir köşede, toz-toprak, börtü-böcek içinde, annemin işinin bitmesini beklermiş. Annem:
“- Güneş geçti yavruma; koruyamadım.” der, oğlunun ölümünü bundan bilirdi.
Tarla, harman dönüşünde de, sayısını kendi çabasıyla artırdığı birkaç koyunun sağılması, yemek ve temizlik yapılması gibi işleri de ihmal etmezmiş. Sonraki yıllarda, karşılaştığımız köylülerce, anneme, “Seyyid Ağa” denilmesinin sebebi, sanırım, buydu.
Babam, terhis olduktan sonra, Polatlar’daki iki göz kerpiç evin bitişiğinde yürüttüğü bakkallık faaliyetini uzun süre sürdürememiş. Savaş bittikten sonra, Devlet Demir Yolları İşletmesinde “yol çavuşu” olarak işe başlayan Hasan amcamın yardımıyla, aynı yerde işçi olarak çalışmaya başlamış. Kamu görevine başladığım tarihlerdeydi; annemin arzusu üzerine, Ankara Garı’nın bitişiğindeki Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü arşivinde, babamın hizmetini araştırdım. Emeklilik yaşına yaklaşmış bir görevli, babacan tavırla benimle ilgilendi. Kimi defterleri tozlu raflardan indirerek bana yardımcı olmaya çalıştı. Ama, çok birşey bulamadım. Birkaç ücret ödemesi kaydı vs idi, bulduklarım. Kayıt tarihleri de, 1940’ların, benim doğumumdan önceki yıllarıydı. Babam da, zaten, çok fazla kalmamış bu işinde. Amcamın geçirdiği dekovil kazasından sonra, bu tür bir kazanın kendi başına da gelebileceği düşüncesiyle ayrılmış işten. Hangi tarihte ayrıldığı, o tarihten Polatlı’ya taşındığımız 1952 yılına kadar, çiftçilik dışında başka bir uğraşısı olup olmadığı konusunda, bir iki şey dışında, bilgim yok. Bildiklerimden bir kısmı, bana anlatılanlar; bir kısmı da, benim çocuk belleğimin kayıtlarında olanlar:
Müfide ablamın, amcamın oğlu ile evlendiği yıldan sonraki yıldı. Annem, Yüksel ablam ve ben, Müfide ablamı ziyarete gidecektik. Hani, Hasan amcamın tuttuğu gibi, beni, Sakarya Sinemasında yapılan toplu sünnete götürüp, sünnetçiye teslim ettiği ziyaret var ya!.. O ziyaretti. Babam bizi, Esenkent İstasyonu’na kadar götürdü. Bu seyahatte giymem için de, bej rengi bir ceket-pantalon almıştı. Bu anla ilgili olarak hiç unutamadığım sahnede, elbise üzerimde; biz de, Esenkent İstasyonunda, buharlı lokomotifin çektiği trenin vagonlarının en sonuncusunun hizasında, yerde idik. Elbiseyi nasıl giydirdiklerini; köyden istasyona kadar nasıl geldiğimizi anımsamıyorum. Ben, feryat, figan, “- Bu asker elbisesi, giymem de giymem. Çıkaracağım!..” diye ağlıyor; annemle babam da, beni ikna etmeye çalışıyordu. Ama, ne mümkün… Ben, inat edip, trene binmemekte ayak diriyor; ayak diredikçe de trenin kalkması gecikiyordu. Babamı tanıyan istasyon şefi, babamla annemin haline acıdığından olsa gerek, kalkma işaretini bir türlü vermiyor; ancak, ikide bir, düdüğünü, bize doğru öttürüyordu. Sonunda babam dayanamadı. Bana, ilk ve son tokatını vurdu. Ben, zaten, ağlıyordum; sesimi daha da yükseltim. Ama, bu arada, babam, tuttuğu gibi, beni, trenin kapısından içeri, orada bekleyen kondoktörün ellerine fırlattı.
Bu olay, beni, yaşamım boyunca düşündürdü. Niye böyle birşey yapmıştım? Aslında, elbise, asker elbisesi de değildi. Yalnızca renginden dolayı öyle düşünmüş olmalıydım. Belki de, babam, elbiseyi giydirirken, anneme, “- Bak! Asker elbisesi, oğluma, ne güzel de yakıştı…” gibi bir laf etmişti. Ayrıca; tüm çocuklar, asker elbisesi giymekten hoşlanırken, ben niye “giymem” diye tutturmuştum? Bu satırları yazdığım ana kadar çözebilmiş değildim. Oysa; çocukluğumda, ben de, zevkle, askercilik oynamış; çakıyla kılıç biçimi vermeye çalıştığım tahta parçasıyla, düşman askerlerini önüme katıp kovalamıştım. Bu satırları yazmadan önce, bu konuyu son kez düşündüğümde, nedenini bulduğumu sanıyorum. Ben, aklımın erdiği günden beri, hâkim olmaya koşullandırılmaktaydım. Bana, günlük elbise dışında bir elbise giydirilecekse, bu, hâkim elbisesi (cübbesi) olmalıydı. Nereden çıkmıştı bu asker elbisesi? Hâkim olmaya koşullandırılmış birine, asker elbisesi, olacak şey değildi. Bilinçaltım, böyle düşünüyor olmalıydı. Haksız mıyım? Bilmem.
Benim çocukluğumun geçtiği dönemde, köylük yerlerde, çocuklar için öyle fabrika yapımı gelişmiş oyuncaklar alınmazdı. Dün gibi anımsıyorum. Polatlı’ya taşındığımız yıllardaydı. Babam, bana, oynamam için, küçük bir oyuncak otomobil almıştı. Otomobil dediysem, bugünküler gibi değil. El kadar bir şey. Bir teneke parçasına, presle sıkıştırılarak, otomobil biçimi verilmiş; üzerine de, otomobil kapısı, penceresi ve direksiyonu baskılanmıştı. Otomobilin, dört de hareketli tekerleği vardı. O günlerde, Polatlar Köyü’nden bir aile, benim yaşımdaki çocuklarıyla, bizi ziyarete geldi. Çocuk, elimde otomobili görünce, kendisine vermemi istedi. Vermeyince de, yaygara yapıp, yeri göğü inletti. Annemle babam, çaresiz, araya girdi. Beni, yenisini alacaklarına ikna ederek, otomobili, çocuğa verdiler. Böyle bir oyuncağı ilk kez gören çocuk, otomobili, giderken yanında götürdü. Bana yenisi alındı mı? Anımsamıyorum. Dediğim gibi; fabrika yapımı oyuncakların bilinmediği köylük yerde çocuklara ya el yapımı basit oyuncaklar alınırdı ya da çocuklar, biraz büyüdüklerinde, oyuncaklarını, malzeme olarak, söğüt dalı, balkabağı, bizim yörede “aygül” denilen ayçiçeği ve mısır sapı gibi malzemeler kullanarak, kendileri yapardı. Kavlatılan taze söğüt dalı kabuğundan düdük, kaval ve, mahtar tabancası gibi ses çıkarıp ucundaki aynı daldan kesilmiş yuvarlak parçayı hava tazyikiyle uzağa fırlatan, “patlak” yapılırdı. Söğüt dalından bu tür oyuncak yapılması, yalnızca ilkbaharın, söğüte suyun yürüdüğü, son aylarında mümkün olurdu. Balkabağının da ortasından, kısa ve yuvarlak bir sopa, dingil görevi görmek üzere, geçirilir; dingilin uçları, iki uzun ayçiçeği sapına bağlanırdı. Kabuğuna, çakıyla, traktör tekerliği şekli verilen kabak, traktör sesi çıkarılarak, ayçiçeği saplarından ittirildiğinde, tozlu yolda, traktör izi bırakarak, giderdi. Mısır sapından ise, iki boğum kesilir; boğumlardan biri, çakıyla, iki yanından, iki ince kapak oluşacak şekilde, yukarıdan aşağıya yarılırdı. Kapaklar, tümüyle, sapın gödesinden ayrılmaz; alt boğuma yakın yerden, dıştaki lifli kabuk kalacak şekilde, iç tarafından çakıyla çizilirdi. Böylece, gövdeye bitişik kalan kabuk, kapakların açılıp kapanması için, menteşe görevi görürdü. Bu şekilde yapılan oyuncağa, “şakşak” adı verilirdi. Şakşak, sapından tutulup, iki yana sallandığında, bir açılıp bir kapanarak gövdeye çarpan kapaklar, kaynana zırıltısı gibi ses çıkarırdı.
Polatlı’da da, çocuklar oyuncaklarını kendileri yaparlardı. Bu oyuncaklar, genellikle, tele şekil verilerek ya da ahşap malzeme kullanılarak yapılırdı. Daha doğrusu; kimin ne malzemesi varsa, oyuncağını, yaratıcılığını kullanarak, onunla biçimlendirirdi. Ben, telle yapılanlar dışında, genellikle, iplik makarası, bel lastiği, sabun ve süpürge çöpü kullanarak, kurulunca kendi kendine hareket eden, traktör; ceviz kabuğu, ip ve tahta parçaları kullanarak da, fırıldak yapmaktan hoşlanırdım. Makaraları, bana, tüm ailenin dikiş işlerini, elle çalışan Singer marka dikiş makinasında, yapan Müfide ablam verirdi. Tahtadan yapılmış bu makaraları bilirsiniz; iki yanı ve ipliğin sarıldığı gövdesiyle, dingilli iki tekerleğe benzer. Ben, bu iki tekerleğe, çakıyla, çentikler açarak, traktör tekerleğine benzemesini sağlardım. Bel ya da don lastiği de denilen, üstü örgülü lastiğin örgülerini keserek, içindeki lastik iplikçiklerini çıkardıktan sonra; bu iplikçiklerden bir kaçını bir araya getirir, bir ucunu küçük bir çöple tuttururdum. Diğer uçunu da, makaradan geçirerek, yirmi-yirmibeş santimetre uzunluğunda bir süpürge çöpüne bağlardım. Ancak, bundan önce; makaranın iki yanına, delikli yüz para şeklinde kestiğim iki sabun parçasını koyup, lastiği deliklerinden geçirirdim. Sabun parçaları, kayganlık sağlayıp, süpürge çöpünün makaranın dönüşüne engel olmaması içindi. Süpürge çöpünü, makaranın etrafında döndürüp, lastiğin, zemberek gibi, kendi etrafına sarılarak, gerginleşmesini sağladıktan sonra; düz bir yere bıraktığımda; yaptığım traktör, tıpkı, kurmalı otomobiller gibi, lastik sargısı gevşeyinceye kadar, kendi kendine, yol alırdı.
Ceviz kabuğundan fırıldak yapmak, daha zordu. Önce, büyücek bir ceviz bulmak gerekirdi. Ateşte kızdırılmış tel parçası veya çakı ucuyla cevizin üst ve alt kısımlarında birer, ortasından da bir delik açılırdı. Bu, zor bir işlemdi. Bundan daha zoru da, bu küçücük deliklerden, cevizin içinin boşaltılmasıydı. Bu işi başardığımda, çakıyla kolay şekil verilebilecek yumuşaklıkta bir tahta parçasını alıp, uçak pervanesine benzer bir pervane yapar; bu pervanenin ortasına, kızgın tel ya da çakı ucuyla, açtığım deliğe, cevizin deliklerinden geçebilecek incelikte, bir sap sıkıştırırdım. Bu sapın ortasına, yarım metre uzunluğunda, bir ip bağlar; ipi, sapa sarardım. Başka bir zorlukta; ipin diğer ucunun, ceviz kabuğunun üst deliğinden sokulup, orta deliğinden çıkarılmasındaydı. Bunu da başardıktan sonra, ipin ucuna, geri kaçmaması için, bir çöp bağlardım. Yapımı tamamlanan fırıldağı, bir elle tutup; diğer elle de, ipi hızla çekince; pervane olanca hızıyla dönüp, tümüyle açılmış olan ipi bu kez ters yönde sarardı. İpi yeniden çektiğinizde, fırıldak, bu kez, ilkinin tersi yönde dönerdi.
Köydeyken, babamın bana aldığı iki oyuncağı anımsıyorum. İlk aldığı; daha doğrusu, benim için özel yaptırdığı oyuncak, tahta kasnak üzerine tüylü koyun derisi gerdirilerek yapılmış, otuz-kırk santimetre çapında bir davuldu. Davul çok hoşuma gitmişti. Derisi yırtılıncaya dek, kayışını boynuma geçirip, günlerce çomağını vurdum durdum. İkinci oyuncak, pişirilmiş topraktan yapılmış düdüklü minyatür testi idi. O tarihlerde, her çocuğun böyle bir testisi vardı. İçine su doldurulduğunda, düdüğünün sesi bir başka çıkardı.
Babam, testiyi, Haymana gezisi sırasında, oradan almıştı. Haymana’ya, kaplıca için gitmiştik. Annem, babam, Yüksel ablam ve benim dışında, kimi köylüler ve Hacı Ömer Dayımın büyük oğlu Halit ağabeyim ve eşi Satı yengem vardı. Köylülerle birlikte, Kederiyok Hoca lakaplı köy imamı da gelmişti. Niçin Kederiyok denildiğini; gerçek adının ne olduğunu bilmiyorum. Rahatlığından olsa gerek. Kederiyok Hoca, imece usulüyle inşaatına taş taşırken yılandan ürken atların arabayı devirmesi sonucu, babamın taşların altında kaldığı köy camiinin arkasındaki sokağın karşısında, kendisine tahsisli, evde otururdu. Aksakalı, sarığı ve şalvarıyla hep ilgimi çekmiştir. Bir de, minaresi olmayan caminin köşesindeki yüksekçe taşa çıkarak, ezan okuyuşu. Haymana’ya vardığımızda, tüm kafile aynı pansiyonu kiralamıştı. Pansiyon dedimse; bugünküler gibi değil; derme çatma, kerpiçten yapılmış bir köy eviydi. Kafile, yalnız yemek vakti bir araya gelirdi. Yemekler, evin mutfağında kadınlar tarafından yapılır; büyücek bir kalaylı bakır sini (tepsi) etrafında, bağdaş kurularak, aynı tencereden, tahta kaşıklarla yenirdi. Sanırım, etli pilav yiyorduk. Ben, annemin dizinin dibine oturmuş; bir yandan, pilavı kaşıklarken; bir yandan da, ona bir şeyler anlatıyordum. Söylendiğine göre; çocukken, oldukça, geveze imişim. Babamın, birçok kez, benim için,“- Beş kuruş veririm konuştururum; on kuruş veririm susturamam.” dediğini anımsıyorum. O sırada da, susmak bilmeden konuşuyordum. Tam karşımda, Kederiyok Hoca oturmuş, karnını doyurmakla meşguldü. Herkes de, sessiz bir biçimde, aynı şeyi yapıyordu. Birden; Kederiyok Hoca, karşıdan bana doğru uzandı ve kaşığını alnımın ortasına “şakkk!” diye vurdu. Ben acıyla kıvranırken; o, “- Sürekli konuşuyorsun. Sofrada konuşulmaz!..” diye, bir de azarladı. Yemeği yedim mi, yemedim mi? Hatırlamıyorum. Yemekten sonra babam elimden tutup, beni, kaplıcanın karşısındaki meydana; o tarihteki gibi değilse de, bugün de var olan parktaki çaycıya götürdü. Taze sıkılmış koruk suyu içirerek gönlümü aldı. O tarihten sonra, Kederiyok Hoca’yı nerede görsem, kaçardım. Hâlâ, sakallı, sarıklı tüm imamlar, bana, onu hatırlatır. Yıllar sonra, kendi çocuklarımla, uzun süren hafta sonu kahvaltılarında yaptığımız sohbetlerin güzelliğini ve bizi birbirimize yaklaştırıcı, aileyi kenetleyici etkisini hatırladıkça, “sofrada konuşulmaz” söyleminin ne denli yanlış ve itici olduğunu düşünürüm.
Haymana’ya, çok sonraları, değişik tarihlerde, birkaç kez gittim. Son olarak, geçen hafta sonunda, eşim, Yüksel ablam ve Mustafa Eniştemle Gölbaşı’na gitmeye niyetlenmişken; Haymana yol ayırımına geldiğimizde, arabanın yönünü o tarafa çevirdim. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Haymana’ya vardık. Gördüğüm Haymana, bundan yirmi sene önceki Haymana değildi; benim çocukluğumun Haymanası hiç değildi. O otantik havasından eser yoktu. Tek ya da iki katlı kerpiç ve tuğla evler yıkılmış, yerlerine beton yığını yüksek binalar dikilmişti. Tek ve iki katlı binaların bulunduğu sokaklar, bu binalar yıkılıp yerlerine yüksekleri yapıldığında, bana, daraltılmış gibi gelir. Dahası, bu yüksek binaların üstüme üstüme geldiği duygusuna kapılırım. Haymana’da da öyle oldu. Sanki; önceki halini bildiğim Haymana’da değil de, hiç tanımadığım başka bir kente idik. Kent, kendisini tanıyanlara yabancılaştırılmıştı. Geçmişte, Polatlı’da da aynı şeyi yaptıklarından, insanın bildiği ya da yaşadığı kente kendini yabancı hissetmesi, iyi bildiğim bir duygudur. Bu duygularla babamın, bana, koruk suyu içirdiği parkın yanından geçtik. O da, aynı park değildi. Çayevi duruyor muydu, durmuyor muydu? Farkında bile değilim. Kabul ediyorum; tek değişmeyen şey, değişim. Ama, değişim, kentleri kimliğinden, kişiliğinden yoksun bırakarak olmamalı; Safranbolu’daki, Beypazarı’ndaki gibi olmalı. Böyle olmayan değişim, rant güdüsünün yarattığı yozlaşmadan başka birşey değildir. Aslında, oraya giderken, bir yerlerde oturup, bir şeyler yemeyi düşünüyorduk. Gördüğümüz manzaradan canımız sıkıldı. Aç olduğumuz halde, arabaya bindik ve Polatlı’ya doğru hareket ettik.
Babam, Devlet Demiryollarında çalışırken, işe, tüm diğer köylüler gibi, kış yaz, yürüyerek gidip gelirdi. Köyle Esenkent İstasyonu’nun arası iki, iki buçuk kilometre ancak gelir. O yolu, ben de, defalarca yürüdüm. Yol, o tarihlerde, köy istikametinde, bir süre, demiryoluna paralel gider; daha sonra, doksan derece sağa dönerek, köye ulaşırdı. Demiryolunun hemen altından da, Ankara Çayı akardı. Çay, Çimşit Köyü’nden sonra, Kesiktaş mevkiinde Mürtet (Ova) Çayı’nı da alarak, Tatlar Köyü’nün yanından, kuzeyinde görkemli Abdüsselam Dağı, Esenkent’e ulaşırdı. Şimdiki gibi kirli olmayan Çay’da, o tarihlerde, bol balık bulunurdu. Annemin aksine, babam balığa dayanamazdı. Balık yemeyi ne denli sevdiğini anlatmak için, “- Denizden babam çıksa yerim.” derdi. Annemin anlattığına göre; kış aylarından birinde, çayın yüzeyi buz tutmuş. İşten dönmekte olan babam, çay kenarına geldiğinde, balıkların buzun altında, uyuşmuş olarak, toplandıklarını görmüş. Dayanamamış. Yerden topladığı taşlarla, buzu kırmış. Üşütüp, hastalanırım dememiş; soyunup, çaya girmiş ve balıkları toplamış.
Annem, babamın, gençliğinde, böylesi kimi çılgınlıklarının olduğunu söylerdi. Bir keresinde, köy odasında, arkadaşlarıyla iddiaya tutuşmuş. Köyün, Aşağı Pınarın olduğu meydanının camiye bakan köşesinde bir köy odası vardı, Kerpiç binanın ikinci katında olan köy odasına, dıştan merdivenle çıkılırdı. Köyün erkekleri, kış aylarında, her akşam, yemekten sonra, yaz aylarında işten güçten pek uğrayamadıkları, köy odasında toplanırdı. Zaman zaman köye gelen konukların da ağırlandığı Oda’da; oradan, buradan, siyasetten konuşulur, oyun oynanır, şakalaşarak vâkit geçirilirdi. O akşam, iddianın konusu, bir kilo lokummuş. Babam, nereden icap etmişse, bir kilo lokumu yiyebileceğini söylemiş. Yersin, yemezsin derken; iddiaya tutuşmuşlar. Bir kilo lokum alınıp getirilmiş. Babam, oturup, lokumun tamamını bir güzel yemiş. İddiayı kazanmış; ama, annemin söylediğine göre, o gece, sabahı zor etmiş.
Polatlı’ya taşındığımızda, tüm bu çılgınlıkları, babam geride bırakmış; durulmuştu. İçkiyi daha önce, kırk yaşlarında, köydeyken bıraktığını, annemle babamın konuşmalarından duymuştum. Öyle sanıyorum ki; içkiyi bırakmasında da, annemin etkisi olmuş. Zira; babam, içkiye karşı dayanıksızmış. Bu, kafası iyiyken, gramofonun üzerine çıkıp, tepinmesinden belliydi. Bir keresinde, içkiyi bırakmış olmasına karşın, babamın bu durumuna, ben de tanık oldum. Polatlı’dayken, bir akşam, bir tanıdığımızın oğlunun düğününe gittik. Öyle yemekli filan değildi. Böyle düğünlerde, erkekler bir köşeye çekilir; bira, rakı, votka içerlerdi. Babamı, bir ara, arkadaşları sohbet için yanlarına çağırdı. O gece, babam, uyuyamadı; midesinde ne var ne yok çıkardı. Annem, buna değil de, babamın içmiş olmasına çok sinirlendi. Babam, gazozuna, farkında olmadan, arkadaşlarınca votka konulmuş olacağını söylemişse de; annem inanmadı. Ben, hâlâ, babamın haklı olabileceğini düşünüyorum. Zira; o zamanlar, arkadaşlar arasında, bu tür şakaların yaygın olarak yapıldığını biliyorum. Bu tartışma, annemle babamın benim bildiğim tek tartışması oldu. Babamı da, bir daha, içkili görmedim.
Düğün deyince aklıma geldi. Polatlı’daki düğünlerde, davul zurna hiç eksik olmazdı. Davul, zurna, genelde, konukları karşılarken; gençler halay çekerken ve de gelin almaya giderken gelin alayının önünde çalınırdı. Düğünün kadınlar arasında, kapalı yerlerde, olan bölümünde ise; Çalgıcı Osman, cümbüşünü tıngırtatarak, türküler söyler; kadınlar da, o tarihlerde hangi oyun moda ise onu oynarlardı. Çalgıcı Osman?! Benim, bağlama çalmayı öğrenmeme engel olan adam. Aslında, adamcağızın bir kusuru yok. Haberi bile olmadı, olan bitenden. Ben, çocukluğumda, babamdan, üç müzik aleti istedim: Biri, ağız mızıkası; diğeri, kaval; üçüncüsü de, daha ileri yaşlarda istediğim, bağlamaydı. Babam, ilk ikisini aldı; hatta, ortaokula başladığım yıl, müzik dersi için, flüt bile aldı. Sıra bağlamaya gelince; babam, çok sinirlendi:
“- Ben, sen okuyasın istiyorum… Senin istediğin şeye bak!.. Çalgıcı Osman mı olacaksın? Köpoğlu köpek!” dedi.
Babam, benim, kendimi, Çalgıcı Osman gibi, düğünlerde bağlama çalmaya verip, okumayı ihmal edeceğimden korkuyordu. Bir daha da üsteleyemedim. Ama, Ankara’da, Gazi Lisesi’nde okuduğum yıllarda, zaman zaman, Samanpazarı’na çıkar, Talatpaşa Bulvarı’ndaki bağlama evlerinin vitrinlerindeki, boy boy, bağlamalara gıpta ile bakardım.
Ağız mızıkasını da, babamın getirdiği günün ertesinde kaybettim. O akşam ve ertesi sabah, mızıkayı, zevkle çaldım. Aslında, çalmasını falan da bilmiyordum. Ağzıma alıp, doğaçlama üfleyerek, kulağıma hoş gelen sesleri çıkarmaya çalıştım. Öğle yemeğinden sonra sokağa çıktım. Komşu Canbay Ailesinin benim yaşımdaki küçük kızı Nebiye ile karşılaştım. “- Gel… Onsekiztaş oynayalım.” dedi. O zamanlar, biz, mahallenin çocukları, biraraya geldiğimizde, seksek, onsekiztaş, dokuztaş ve beştaş gibi oyunlar oynar; akşam serinliği olduğunda da, ip atlardık. Hemen, onsekizer küçük taş topladık ve onların avlu duvarı ile bizimkisi arasında bir yere, bağdaş kurup, karşılıklı oturduk. Elimize aldığımız bir taş parçası ile de, aramızdaki toprağa, kareler çizip, oyuna başladık. Ne kadar oynadık; kim yendi? Anımsamıyorum. Annelerimiz, uyumamız için çağırdı. İkiletmeden yerlerimizden kalktık. O kendi evine gitti; ben de, evime. Tam uykuya dalmak üzere idim ki; aklıma geldi. Aklıma gelir gelmez de, yattığım yerden fırladım: “- Mızıkammm!..” dedim. Bağdaş kurup, oturduğumda, elimdeki mızıkayı kucağıma bırakmış; annem çağırdığında da, unutup, fırlayıp kalmıştım. Hemen sokağa koştum. Mızıkanın yerinde yerler esiyordu. Babamdan, ikinci kez, mızıka almasını isteyemedim. İsteyemedim; ama, mızıka çalma arzusu da benim içimde kaldı. Bu olaydan, sonraki yıllarda, çokça söz etmiş olmalıyım ki; Çin mallarının, yavaş yavaş, ülkemin piyasasına girmeye başladığı yıllardı. İşten eve döndüğüm bir akşam kapıyı açtığımda, eşim, elinde küçük bir paket; “- Sürpriz!..” diye bağırarak, beni karşıladı. Paketten küçük ve uzun bir kutu çıktı. Kutudan da, Çin malı küçük bir mızıka… Donup kalmıştım. Ben, babamın aldığı mızıkayı kaybettiğim günde olanları gözlerimin önünden geçirirken; eşim:
“- Sakarya’da gezinirken, rastladım. Bir işportacı, elinde bunları satıyordu. Aklıma, senin anlattıkların geldi. Sürpriz yapayım dedim.” diye açıklama yapmaya çalışıyordu.
Mızıkayı, dudaklarıma götürdüm. Üfledim… Hoş bir ses çıktı. Babamın mızıkayı getirdiği akşamki gibi, doğaçlama, üfledim üfledim… Sonraki yıllarda da, hep öyle oldu. Mızıkayı kuralına göre çalmayı hiçbir zaman öğrenemedim. Ama; ben dudaklarıma götürdüğümde, her keresinde, yepyeni bir melodi, mızıkadan dökülürdü. Bir hafta sonu, kızım ve arkadaşı, odalarında ders çalışıyorlardı. Ben de, çalışma odamda, dudaklarımda mızıkam, doğaçlama, bir şeyler üflüyordum. Kapıları kapalı olmasına karşın, mızıkanın sesi, çocukların odasına kadar gitmiş. Arkadaşı, kızıma:
“- Baban ne güzel çalıyor.” demiş.
Hangisi anımsamıyorum, bir özel gündü. Baktım: Oğlumla kızım da, bir mızıka almış, getirdiler. Şimdi, iki mızıka da, hâlâ, yanımda. Ama, hâlâ, ben onları, kuralıyla çalmasını bilmiyorum. Zaman zaman, öylesine; ama, zevk alarak üflüyorum…
Polatlı’ya taşınmamızın iki nedeni vardı: İlki, Müfide ablamın evlenerek, oraya gitmiş olması. İkincisi ise; babamın, çiftçilikle, bir türlü uyuşamaması. Polatlı’ya gider gitmez, babam, canlı hayvan ticaretine başladı. Bu tarihten sonra, onu, bir ay süre ile görmediğimiz olurdu. Evin idaresi, çarşı-pazar işleri, anneme kalmıştı. Babam, ancak, elindeki sürüyü sattıktan sonra, kısa bir süre için eve uğrar; birkaç gün kaldıktan sonra tekrar giderdi. Bu yüzden; bu dönemde, babamı, oldukça az görürdük. Bunlardan biri, kışın olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü günde idi. Her yer bembeyazdı. Sokaklarda, ne bir at arabası, ne de insan vardı. Ben, birkaç gündür, yatakta, hasta yatıyordum. Onun geldiği geceyi ateşler içinde geçirdim. Sabah kalktığımızda ilk işi, beni, sırtına alıp, doktora götürmek oldu. Haymana caddesi ile Gümüşlü Geçiti’nden gelip Topçu Okulu Nizamiyesi’nin önünden geçen caddenin kesiştiği dört yolun alt köşesindeki iki katlı tuğla binanın üst katında, o tarihlerde, Hükümet Tabipliği vardı. Gümüşlü, tren yolunun üst kısmındaki ağaçlık alana verilen addı ve o tarihlerde mesire yeri olarak kullanılırdı. Haymana Caddesi ise, bugünkü Ankara Caddesiydi. Haymana Caddesi denilmesinin nedeni, Güneydoğuya doğru, Askeriye’nin içinden geçtikten sonra, Haymana yoluna çıkıyor olmasıydı. O tarihlerde, Eskişehir ve İzmir yönünden gelip Ankara’ya giden yol, Polatlı’dan değil, Haymana’dan geçerdi. Bu yol da, 8–10 km ileride, Eskişehir yönünden gelen yolla birleşerek, Ankara’dan önce, Haymana’ya uğrardı. Caddenin adı, Polatlı’dan geçen bugünkü Ankara-Eskişehir yolunun altmışların başında yapılmasından sonra, Ankara Caddesi olarak değişti. Sonra da, Askeriye’den geçen kısmı kapatıldı. Ancak; halkın, uzunca süre, bu caddeye, Haymana Caddesi demeyi sürdürdüğünü hatırlarım. Hükümet Tabipliği’nde beni muayene eden doktor, zatürre olduğumu söyledi ve, çok iyi anımsıyorum, küçük bir şişeden, enjektörle beyaz bir sıvı çektikten sonra, enjektörü kalçama sapladı. İğnenin acısını duydum; ama, sesimi çıkaracak gücüm yoktu. Babam, beni, yeniden sırtına aldı; birileri, battaniyeye iyice sarınmama yardım etti. Bir kilometreden fazla olduğunu tahmin ettiğim yolu, hafif kar yağışının altında, yürüyerek, eve geldik.
Babam, canlı hayvan ticaretinde tutunamadı. Sebebi de, yüzünün tutup, alacaklarını isteyememesiydi. O tarihlerde, bu tür ticareti yapanlar arasında, yazılı belge değil; daha çok, söz geçerliydi. Babam, söz üzerine yaptığı satışlarında, alacaklarını tahsil edemediğinden, sermayesini tüketti. Mevsim yazdı. Bu kez, şimdiki Cumhuriyet Meydanı’nın karşısında bulunan Duran Ağa’nın Hanı’nın girişinde, birkaç kişiyle birlikte, karpuz sergisi açtı. İstasyonun karşısında bulunan Cumhuriyet Meydanı o tarihte boş bir alandı. Alanın, batısında, bir benzin istasyonu; doğusunda da, alt katında, bir kıraathane ile terzi ve berber dükkânlarının bulunduğu iki katlı bir bina vardı. Alanın güneyinden geçen Sivrihisar Caddesi’ne kadar uzanan binanın ikinci katında ise, Polatlı Belediyesi faaliyet gösteriyordu. Han, alanın güneyinde, Sivrihisar Caddesi ile Sümer Caddesi’nin kesiştiği köşedeydi. Öğle üzeriydi. Ben, vâkit geçirmek için, babamın yanına gelmiş, oyalanıyordum. Öyle, pek müşteri falan da yoktu. Can sıkıntısından olacak, karpuz tartmakta kullanılan terazinin kefe ve gramlarıyla oynuyordum. Babamın ortaklarından biri, bozacağımı söyleyerek, bana engel olmak istedi; hatta, azarladı. Çok kızdım ve küfür ettim. Yapmış olduğum bu terbiyesizliğe, babam çok kızdı; beni cezalandırmak için üzerime geldiğinde, ben, evimizin yönüne kaçtım. O sırada, annem, babamın öğle yemeğini getirmekteydi. Onu görünce, ağlamaya başladım. Annem, elimden tuttu; birlikte karpuz sergisine geldik. Beni niçin ağlattıklarını babama sordu. Babam, yaptığımı anlatınca, bu kez, annem sinirlendi. Dayak yiyeceğimi anlayınca, elinden kurtulup, kıraathaneye doğru kaçmaya başladım. Peşimde de, annem vardı. Tam, o sırada, bir polis memuru karşıdan gelmekteydi. Annem;
“- Ohh… Oğlum, tut şunu!” diye bağırdı.
Polis memuru, uzanıp, beni kolumdan yakaladı; anneme karşı bir suç işlediğimi ya da kabahat yaptığımı düşünmüş olmalı ki, yanağıma bir de tokat vurdu. Annem, bu kez:
“- Aman evladım, tut dediysem, vur demedim!.. O, Benim oğlum!..” diye, koştu.
O sırada, kıraathanenin önünde oturanlar, bizi seyrediyordu. Annemin sözlerini duyup, gülüştüler.
Karpuz ticaretinden, babamın ne kadar kazandığını bilmiyorum. Çok kazanmamış olmalıydı ki; o kış, deri kırkıcılığına başladı. Ben, ilkokul üçüncü sınıfta olmalıydım. Ara karnesinin verildiği gündü. Karnemi, önce eve götürüp, anneme gösterdim. Annem, çok mutlu oldu. Gidip, babama da göstermemi söyledi. Soğuk bir Şubat günüydü. Kerpiç evlerin çardaklarından sarkan buz sarkıtlarından yetişebildiklerime elimdeki sopa ile vura vura, neş’e ile, çarşıya doğru yürüdüm. Babam, çarşıda, Sivrihisar Caddesi’nin Eti Caddesi’yle birleştiği köşede, bir binada, kırkım işi yapıyordu. Oraya, o mevsimde ilk kez gitmiştim. Babamı, elinde kırklık, minder gibi bir şeyin üstüne bağdaş kurup oturmuş, önündeki deriyi kırkarken buldum. Üç tarafı kapalı, caddeye bakan yönü açık kerpiç bir yapıydı ve buz gibiydi. O soğukta babam, tanesi elli kuruştan deri kırkıyordu. O haldeyken bile, karnemi görüp çok sevindi. Çıkarıp, madeni bir para verdi. Ama, ben, şaşkınlık ve üzüntüden, donup kalmıştım. Bir şey söyleyemedim. Buruk bir halde oradan ayrıldım. O manzara, yaşamım boyunca gözümün önünden gitmedi ve üzüntü kaynağım oldu. Bu satırları yazarken bile, bir iki damla gözyaşının, akmak için gözpınarlarımı zorladığını hissediyorum.
O kış, onun için de, bizim için de çok zor ve çetin geçti. Bahara çıktığımızda, babam, Güdül’lü iki hemşehrisiyle, adi ortaklık kurarak, yapağı, tiftik ve deri ticaretine başladı. Bozkurt Caddesi’nin Haymana Caddesi’yle kesiştiği köşenin elli metre aşağısında bir dükkân kiraladılar. Daha sonra da, bir ikincisini. Başlangıçta, aldıklarını hemen satmak suretiyle, esasen kısıtlı olan sermayelerini döndürmek için epey uğraştılar. Kimi zaman, ben de gidip, ufak tefek işlerine yardım ederdim. Babam, ilkokulu, Cumhuriyet’ten önce, Polatlı’nın Ankara Çayı’nın Sakarya’yla birleştiği yerde kurulu Sarıoba köyündeki ablasının yanında üç yıl okumuş. O tarihte ilkokul, esasen üç yıllıkmış. Hesaplarını, küçük bir cep defterinde, sabit kalemle ve eski rakamlarla yapardı. Bu rakamları, o tarihte, ben de öğrenmiştim. Babam ve ortakları, üreticiden aldıkları yapağıyı kantarda tartıp, ne kadar geldiğini bana söyler; ben de, o rakamlarla, söylediklerini cep defterine yazardım. Yardımım, genellikle bu şekilde; kimi zaman da, getir götür işlerini yapmak suretiyle olurdu. Böylece işler, yavaş yavaş, yoluna girdi. Daha sonraki tarihlerde, ortaklardan genç olanı, ayrıldı. Babam, diğeriyle ticari yaşamına devam etti. Bir daha da, o kış yaşadıklarına benzer bir çalışma hayatı olmadı. Gerçi, zaman zaman, yine, deri kırktığı olurdu. Ama, bu kez, kendi ticari emtiası olan deriyi değerlendirmek amacıyla, daha uygun koşullarda, sıcak dükkânında, kırkardı. Bunu, diğer ortağı da yapardı. Şimdilerde, kırkma işe, elektrikli kırkım aletleriyle, zahmetsizce yapılıyor. O tarihlerde, deri de, hayvan da iki tür aletle kırkılırdı. Bu aletlerden biri, kırkma makası; diğeri de, kırklıktı. Kırkma makası, terzilikte kullanılandan farklı yapıdaydı. Özel olarak imal edilmiş enli ve kısa makas bıçakları, arka uçlarından, yarım daire şekli verilen bir madeni parçaya perçinlenmek suretiyle şekillendirilirdi. Makas bıçaklarının perçinlendiği madeni parça, terzi makaslarında baş ve işaret parmağının oluşturduğu hareketi vermeye ve, avucunuzu gevşettiğinizde, bıçakların birbirinden ayrılmalarını sağlamaya yarardı. Kırklık ise, birbirinden ayrı, ince uzun; arka kısımları, yedi-sekiz milimetre çapında daire şeklinde yuvarlatılmış, iki bıçaktan oluşuyordu. Bu yuvarlaklara, bıçakları birbiriyle irtibatlandırmak için, bir tahta parçasından yapılmış, iki bıçak arasında kalan kısmının çapı daha büyük, silindirik bir parça geçirilirdi. Kırklıkla, deri kırkabilmek için iki eli de kullanmak gerekirdi. Kırklığı tutan sağ elin parmakları, kırklığın, tıpkı makasta olduğu gibi, açılmasını sağlarken; sol elin baş ve işaret parmakları, o sırada derinin kılları arasına girmiş olan bıçakların kapanmasını; kapanırken de, kılları kesmesini sağlardı. Sol elin diğer üç parmağı ise, derinin kıllarını kırklığın girebileceği uygun pozisyona getirmekte kullanılırdı. Makası herkes kullanabilirdi. Bu aletle kırkmak ise, zor ve beceri isteyen bir işti. Ancak; makasa göre, daha hızlı ve düzgün kırkım yapardı. Babam, okul yıllarımda, derslerimi ihmal edeceğim kaygısıyla, uzunca süre, beni, ticarethanenin bu tür işlerinden uzak tuttu. Bu tür işlerle ilgilenmeye, ancak hafif bir felç geçirdiği kışın sonlarına doğru başlayabildim. Üreticiden yapağı, tiftik ve deri nasıl alınır; kırklık nasıl kullanılır, ancak o zaman, öğrenebildim. Bu öğrendiklerim de, onu kaybettikten sonra, ticarethaneyi ortağımızla birlikte yürütmek zorunda kaldığım, sekiz ay boyunca çok işime yaradı.
Babamın ortaklarıyla ticarete başladığı yıl, Yenimahalle’deki evimize taşındık. Bu tarihten sonra, babamın çalışma hayatı, oldukça rahatladı. Ekonomik sıkıntımız da sona erdi. Babam, alışkanlık olarak, yine, güneş doğmadan kalkıp, ticarethaneyi açmaya giderdi; ama, akşam yemeğinde de evde olurdu. Sabahları, genellikle, erkenden kalkan annemin hazırladığı tarhana çorbasını içer; evden öyle çıkardı. Ortaokulun birinci sınıfına gittiğim senenin baharıydı. Bir sabah, yataktan, onun kalktığı saatte kalktım. Yanına vardığımda, sobanın başında oturmuş, buram buram kokan, sıcak çorbasını içmekte idi. Pençerenin önüne gidip, telaşla çantamı açtım. Resim defterini çıkarıp, sıkıntılı bir şekilde, “- Nasıl da unuttum! Nasıl da unuttum?!” diye, söylene söylene, bir şeyler çizmeye çalıştım. Böyle davranarak, babamın merakını çekmeyi başardım. Başını kaldırdı:
“- Ne var, ne oldu oğlum?” diye sordu.
Benim de beklediğim, bu soruydu.
“- Yaaa!.. Baba!..” dedim ve ekledim, “- Resim hocası, bugünkü dersi için, kâğıt para resmi yapmamızı, not vereceğini söylemişti. Ben, unuttum. Param olmadığı için de çizemiyorum.”.
Babam:
“- Oğlum, bunun için üzülünür mü? Al şu beş lirayı, çiz.” dedi ve, benim resim yeteneğimden emin bir yüz ifadesiyle, beş lirayı uzattı. Parayı alır almaz:
“- Nisan birrr!..” diye bağırdım.
Günlerden Nisan ayının biriydi. Şimdilerde, neredeyse unutuldu. O tarihlerde, herkes birbirine, “Bir Nisan” şakası yapardı. Güzel bir gelenekti. Ben, akşamdan, babama yapacağım şakayı kurgulamıştım. Uyguladım ve başarılı da oldum. Babam, gülerek:
“- Köpoğlu köpek!.. Kandırdın beni…” dedi.
Babamın ağzından çıkan en ağır söz, “köpoğlu köpek”ti. Daha ağır bir sözünü, ne başkalarına, ne de bize söylediğini duydum. Bu sözü yalnızca kızdığında değil, hoşuna giden bir davranışta bulunduğumuzda da söylerdi. Bu kez de öyle oldu. O tarihte, günlük harçlığı elli kuruş olan biri için, beş lira büyük; hem de, çok büyük bir paraydı. Sevinçle aldım, cebime koydum.
Akşam yemeklerinden sonra, babam, komşumuz Ömer amca ile, şimdilerde, yerinde otobüs terminali bulunan, “Malpazarı”ndaki kırahathaneye giderdi. Köylülerin büyük ve küçükbaş hayvanlarını satışa sunduğu Malpazarı, Eti Caddesi’nin güney ucuyla Ankara-Eskişehir asfaltının kesiştiği dörtyolun Menteşe Çayırı tarafında, etrafı taş duvarlarla çevrili, futbol sahası büyüklüğünde bir alandı. Yalnızca asfalta bakan tarafındaki girişte idare binası görevini gören bir taş yapı ve bu yapıda da bir kırahathane vardı. Mahallenin erkekleri, akşam yemeklerinden sonra burada toplanarak, oyun oynayıp, sohbet ederlerdi. Kimi kış gecelerinde, babam, kırahathaneye gitmez; bizimle kalırdı. Bu kış gecelerinde, ya yağan kar şiddetini artırmış olur, ya da kar yığınlarını kapıların eşiğine kadar savuran fırtınanın uğultulu sesi, dışarı çıkılmaması gerektiğini hatırlatırdı. Böyle gecelerde, kimi zaman, bitişiğimizde oturan Ömer amcalar bize gelir; kimi zaman da, biz onlara giderdik. İşte, babama masal anlattırabildiğimiz geceler, bu gecelerdi. Masal anlatması için, epeyce dil döker; sonunda pes ettirirdik.
Babam, biraz gönülsüz de olsa, pencerenin önündeki sedire bağdaş kurar; kok kömürü sobasının üzerindeki kestanelerin çıtırtısını dinlerken, annemin, biraz önce doldurduğu bardağındaki çayından bir yudum alır ve sözlerine, her masal öncesi söylene söylene ezberlediğimiz, tekerlemeyle başlardı:
“– Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pire berber iken, deve tellal iken…”.
Vakti zamanında, yerlerden bir yerde, çok kudretli, ancak yaşlı bir padişah varmış. Öylesine kudretli imiş ki; neredeyse, tüm Dünya’ya hükmedermiş. Bu padişahın, birbirinden babayiğit üç de oğlu varmış. Bu oğullardan büyük olanı, kılıç kullanmakta; ortancası, gürz sallamakta; küçüğü ise, ok atmakta mahirmiş. Padişah, payitahtının hemen dışında yüksekçe bir yerde kurulu, görkemli ve kocaman bir sarayda yaşarmış. Saray, altın yaldızlı kapı ve pencereleriyle, uzaktan bakıldığında, yeşilliklerin ortasında, ışıl ışıl parlar, gözleri kamaştırırmış; bakan herkeste, hayranlık uyandırırmış. Sarayın arka tarafında da, günün her saatinde fıskiyelerinden şırıl şırıl sular akan dev havuzlarıyla; uçsuz bucaksız, yeşillikleriyle, türlü türlü çiçekleriyle, süs ve meyve ağaçlarıyla uzayıp giden bir bahçesi varmış. Meyve ağaçları, Dünya’nın herbir köşesinden getirtilip dikilmişmiş. Meyvelerinin çeşitliliği ve lezzetinin ünü tüm ülkeye yayılmış; dillere destan olmuşmuş. Ama, bu ağaçların içinde, nereden getirtilip dikildiğini bilmediğim, bir elma ağacı varmış ki; yılda yalnızca bir meyva verirmiş. Bu meyva da, masal bu ya, yaz mevsiminin sonlarına doğru bir gece yarısı olgunlaşıp yenir hale gelirmiş. Ancak; meyvenin tam olgunlaşıp yenir hale geldiği saatlerde, nereden çıktığı belli olmayan bir dev gelir; elmayı kaptığı gibi kayıplara karışırmış. Bu yüzden; elmayı yemek, padişaha hiç kısmet olmamış. Padişah, bu duruma çok üzülür; “- Dünya’ya hükmeden bir padişahım. Ama, neye yarar?! Bahçemdeki en nadide elma ağacının meyvasını deve kaptırmadan yiyecek gücü bulamıyorum.” der, söylenirmiş.
Bir gün, sarayının bizim malpazarı büyüklüğündeki görkemli salonunda, şöminenin çıtır çıtır yanan odunlarının karşısında, ipek halılarla kaplı, sıcak divanında, odunlardan çıkan aleve bakarak, derin derin düşüncelere dalmış, oturuyormuş. Bir yandan da, elindeki maşa ile, şöminenin küllerini, öylesine, karıştırıyormuş. O sırada, büyük oğlu, salona girmiş. Uzaktan, babasının durgun ve düşünceli halini görünce, bir derdi olabileceği düşüncesiyle, yanına gelmiş;
“- Hayırdır baba?!” demiş; “Nedir bu düşünceli halin? Bir derdin mi var? Senin derdin, benim derdim. Söyle de, bir çare bulayım.”.
Padişah, büyük oğlunun bu ilgisinden mutlu olup;
“- Ey oğul!..” demiş; “Benim derdim çok büyük. Ben, Cihana hükmeden, koskoca padişahım; bir çözüm bulamadım. Sen mi bulacaksın?”.
Oğlu:
“- Hele bir söyle baba…” demiş; “Senin bulamadığın çareyi, belki ben bulabilirim.”.
Oğlunun ısrarlarına dayanamayan Padişah, çaresiz, olanı biteni, bir bir, anlatmış. Babasını dinleyen büyük oğul:
“- Amannn! Baba…” demiş; “- Dert ettiğin şeye bak?! Zamanı geldiğinde, ben gider; o ağacın altında elmanın olgunlaşmasını beklerim. Eğer, dev, bu kez de gelecek olursa, şu gördüğün aman tanımaz kılıcımın tadına bakmak zorunda kalır.” diye de eklemiş.
Oğlunun ne yaman bir savaşçı olduğunu bilen Padişah’ın keyfi yerine gelmiş. Yanına çağırıp, oğlunu alnından öpmüş. Onu, davranışından dolayı övmüş; güzel sözler söylemiş.
Gel zaman git zaman, elmanın olgunlaşması yaklaşmış. Büyük oğul, her gece, elinde kılıç, elma ağacının yanına gider; altına serdiği bir halının üzerine uzanır, ağacın tek meyvasının olgunlaşmasını beklermiş. Gözü de, hep, elmada imiş. Bir gece, elinde tuttuğu meşale ile elmayı incelerken, toprağın, sanki çok ağır bir balyoz vurulmuş da, üzerindekileri zıplatıyormuş gibi, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya sallandığını hissetmiş. Arkasından da büyük bir gürültü duymuş. Deprem oluyor zannetmiş. Arkasını döndüğünde, dev bir karaltının üzerine doğru geldiğini görmüş. Karaltının her adımında, top atılıyormuş gibi gök gürültüsü ses çıkıyor; deprem olmuş gibi de, bastığı yer sallanıyormuş. Oğlan, yaşamında böyle bir şey görmemişmiş. Gördüğü karşısında korkudan dili tutulmuş; dizleri de, zangır zangır, titriyormuş. Eli, kılıcına gitmiş; ancak, kınından çıkaracak gücü bulamamış. Arkasına dönmüş ve, tabana kuvvet, saraya doğru kaçmış.
Padişah, oğlunu, sarayın bahçe tarafına açılan kapısında, merakla bekliyormuş. Oğlunun, koşarak kendisine doğru geldiğini görünce, önce ümitlenmiş; ama, yakınına gelen oğlunun korkunun dehşetini yansıtan yüz ifadesini görünce, durumu anlamış. Oğlunun omzuna dokunmuş;
“- Canın sağolsun. Sen elinden geleni yaptın.” demiş.
O yılın elmasını da deve kaptıran Padişah, devlet işlerinden kalan vâkitlerinde, zaman zaman, şöminesinin karşısına geçer; elinde maşa, külü karıştırır; elmayı devin elinden nasıl alacağını düşünürmüş. Yine, böyle günlerden birinde, ortanca oğlu salona girmiş. Babasının şöminenin başında düşünceli düşünceli kül karıştırdığını görünce, büyük oğlan gibi, babasının bir derdinin olabileceğini düşünerek, yanına gelmiş:
“- Hayırdır baba?!” demiş; “- Nedir bu düşünceli halin? Bir derdin mi var? Senin derdin, benim derdim. Söyle de, bir çare bulayım.”.
Padişah, başını kaldırmadan, ortanca oğluna:
“- Ey oğul!..” demiş; “- Benim derdim çok büyük. Ben, Cihana hükmeden, koskoca padişahım; bir çözüm bulamadım. Yalnızca ben değil; ağabeyin de, bulamadı. Sen mi bulacaksın?”.
Ortanca oğul:
“- Yine de söyle baba.” demiş ve eklemiş, “- Senin ve ağabeyimin bulamadığı çareyi, belki ben bulabilirim. Hem, ben, ağabeyime benzemem. Savaş meydanlarında havada sallanan gürzümün ışıltısını görüp, ıslığını duyan düşman askerlerinin korkudan, tabana kuvvet, geldikleri yere kadar kaçtıklarını bilmez misin?”.
Ortanca oğlunun da ısrarlarına dayanamayan Padişah, çaresiz, olanı biteni bu oğluna da anlatmış. Babasını dinleyen ortanca oğul da:
“- Amannn!.. Baba… Dert ettiğin şeye bak?! Zamanı geldiğinde, ben gider; o ağacın altında elmanın olgunlaşmasını beklerim. Eğer, dev, bu kez de, gelecek olursa, şu gördüğün gürzümün tadına bakmak zorunda kalır.” diye güven veren bir sesle konuşmuş. Padişah, umudu kırık bir şekilde, bu oğlunun önerisini de kabul etmiş.
Elmanın olgunlaşma zamanı yaklaşınca, ortanca oğul da, elinde gürzü, elma ağacının yanına gidip, altına serdiği ipek halıya uzanmış ve elmanın olgunlaşmasını beklemiş. Birgün gece yarısına doğru, yerin, sanki deprem oluyormuş gibi, sallandığını hissetmiş. Fırlayıp ayağa kalktığında, gökyüzünde parlayan ay ve yıldızları kapatan bir karaltının üzerine doğru geldiğini görmüş. Karaltının her adımında, gök gürlüyormuş gibi ses çıkıyor; bastığı yer, sallanıyormuş. O ana kadar böyle bir şey görmemiş olan ortanca oğlanın da, korkudan, dili tutulmuş; dizleri, zangır zangır, titriyormuş. Eli, gürzüne gitmiş; ancak, ağır gürzü kaldıracak gücü bulamamış. Arkasına dönmüş ve, tabana kuvvet, saraya doğru kaçmış. Dev, o yılki elmayı da alıp, geldiği gibi, gürültülü şekilde, karanlığa karışmış.
Telaş ve korku içerisinde kaçmakta olan oğlunu omuzlarından tutarak sarayın kapısında durduran Padişah, daha önce, aynını büyük oğlunda gördüğü yüz ifadesinden olanı biteni anlamış. Sırtını eliyle sıvazlayarak, üzülmemesi gerektiğini söyleyip, içeri girmiş.
İki oğlunun da başarısızlığıyla yıkılan Padişah, içine daha da kapanır olmuş. Yine, böyle bir gün, şöminenin başında oturup, o devle nasıl başedeceğini düşünürken, salona küçük oğlu girmiş. Babasının şöminenin karşısında, başı önüne eğik, düşünceli düşünceli, kül karıştırdığını görünce, diğer iki oğlan gibi, babasının bir derdinin olabileceğini düşünerek, yanına gelmiş.
“- Hayırdır baba” demiş; “- Nedir bu düşünceli halin? Bir derdin mi var? Senin derdin, benim derdim. Söyle de, bir çare bulayım.”.
Padişah, yüzünde acı bir gülümsemeyle küçük oğluna dönmüş:
“- Ey oğul!..” demiş; “Benim derdim çok büyük. Ben, Cihana hükmeden, koskoca padişahım; bir çözüm bulamadım. Yalnızca ben değil; o savaş meydanlarını naralarıyla inleten, silahlarının gücü, düşmanlarını dehşete düşüren, güçlü kuvvetli ağabeylerin de bulamadılar. Sen mi bulacaksın?”.
Küçük oğul:
“- Yine de söyle baba.” demiş; “- Sizlerin bulamadığı çareyi, belki ben bulabilirim. Hem, ben, ağabeylerime benzemem. Savaş meydanlarında attığım okların ıslığını duyan düşman askerlerinin korkudan, tabana kuvvet, geldikleri yere kadar kaçtıklarını bilmez misin?”.
Küçük oğlunun da ısrarlarına dayanamayan padişah, çaresiz, olanı biteni bu oğluna da anlatmış. Babasını dinleyen küçük oğul da, ağabeyleri gibi:
“- Amannn!.. Baba…” demiş; “Dert ettiğin şeye bak! Zamanı geldiğinde, ben gider; o ağacın altında elmanın olgunlaşmasını beklerim. Eğer, dev, bu kez de, gelecek olursa, şimşek gibi çakan oklarımın tadına bakmak zorunda kalır.” diye de eklemiş.
Yaşlı padişah, oğlunun yüzüne umutsuzca bakmış:
“- Madem istiyorsun. Hadi, bir de sen dene… Görelim bakalım!” demiş. Sağ eliyle oğlunun omzunu tutup, hafifçe sarsarak, “- Şansın bol olsun oğlum.” diye de eklemiş.
Elmanın olgunlaşma zamanında sadağına ok doldurup, yayını eline alan küçük oğul da, ağabeyleri gibi, elma ağacının yanına gidip, altına serdiği bir halının üzerine uzanmış; elmanın olgunlaşıp, yenilebilir hale gelmesini beklemeye başlamış. Bir gece, saat onikiyi vurmak üzere iken, yerin, üzerine ağır birşey düşmüş sofra örtüsü gibi, hoplayıp zıpladığını hissetmiş. Bu sırada çıkan top patlaması gibi gürültü de, yeri göğü inletiyormuş. Oğlan, gelenin dev olduğunu anlayıp, yattığı yerden fırlamış. Karşıdan gelen devin karaltısını görmüş. Yerin hoplayıp zıplaması, devin adımlarının toprağa basma şiddetindenmiş. Sadağından bir ok çıkarıp, yayına yerleştirmiş. Yayını iyice gerip, devin yaklaşmasını beklemiş. Dev ok menziline girince de, bırakmış. Islık çalarak fırlayan ok, gidip devin göğsüne saplanmış. Dev, acı içerisinde öyle bir haykırmış ki; payidahtın her yerinden duyulmuş. Halk, korkudan, yataklarından fırlamış. Ağır biçimde yaralanan dev, oğlanın ikinci oku yayına yerleştirip, fırlatmasına fırsat kalmadan, geriye dönüp karanlığa karışmış.
Devin haykırışını Padişah da duyup, ne olduğunu anlamak için, sarayın kapısına çıkmış. Oğlunun karanlığın içinden, elinde elma, kendisine doğru koşarak geldiğini görünce, sevinçle ona doğru koşmuş. Baba oğul birbirlerine sarılıp, neş’eyle kucaklaşmış. O sırada, diğer oğlanlar da, devin haykırmasını duyarak, sarayın kapısına gelmişlermiş. Küçük oğlan, onları görünce, babasını bırakıp, onlara dönmüş:
“- Ağabeylerim!..” diye seslenip; “- Okum, deve isabet etti; isabet etti etmesine de, yalnızca yaraladı. Dev, ikinci oku atmama fırsat kalmadan, yaralı yaralı karanlığa karışıp, kayboldu. Eğer, izleyip, hakkından gelmezsek; iyileştikten sonra yeniden gelip intikamını almak isteyeceğine eminim. Haydi hazırlanın. Gün ışıyınca, birlikte, izlerini takip edip, onu bulalım.” demiş.
Küçük kardeşlerinin başarısını görüp, kıskanan ağabeyleri, gönülsüzce, odalarına dönüp hazırlıklara başlamışlar.
Ertesi sabah, gün ışımadan, büyük oğlan, kılıcını; ortanca oğlan, gürzünü; küçüğü de, ok ve yayını alıp, elma ağacına varmışlar. Devin yaralandığı yeri, ayak çukurlarında oluşan kan göllerinden bulmuşlar. Dahası, sarayın ters yönünde giden kan lekeleri de varmış. Oğlanlar, kan lekelerini izleyerek, bütün gün yol gitmişler. Sonunda, kan izlerinin, dağlık bir arazinin eteklerinde, derin bir kuyunun başında bittiğini görmüşler. Kuyunun başına gelip, aşağıya baktıklarında, zifiri karanlıktan başka birşey görememişler. Devin, kuyuya girip, kaybolduğu, açıkça belli imiş. Oturup, aralarında konuşmuşlar. Sonunda, büyük oğlanın beline urgan bağlayıp, kuyuya inmesine karar vermişler. Yanlarında getirdikleri uzun bir urganı, beline sıkıca bağladıktan sonra, büyük oğlanı kuyuya sarkıtmışlar. Bir süre sonra, kuyudan, büyük oğlanın can hıraş bağırdığı duyulmuş:
“- Yandımmmm!.. Anammm!.. Çekin beni yukarı!”.
İki kardeş, aceleyle, ağabeylerini yukarı çekmişler. Ne olduğunu sormuşlar. Büyük oğlan, inerken, bir yerde, cehennemi bir sıcağın vücudunu yakmaya başladığını; sıcağa dayanamadığından, yukarı çekmelerini istediğini söylemiş. Ortanca oğlan atılmış:
“- Beni sarkıtın kuyuya. Yandım anam da desem, yukarı çekmeyin, urganı aşağıya sarkıtın.” demiş.
Urganı ortanca oğlanın beline bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Bir süre geçmiş: Aşağıdan can hıraş bir ses:
“- Yandımmmm!.. Anammm!.. Çekin beni yukarı!”.
İki kardeş, sese aldırmadan, urganı sarkıtmaya devam etmişler. Bir süre daha geçmiş. Bu kez, aşağıdaki kardeş:
“- Dondummm!.. Anam!… Çekin beni yukarı!” diye bağırmaya başlamış.
İki kardeş, ortanca kardeşi, hızla yukarı çekmişler. Ortanca kardeş, sıcağı geçtikten sonra, herşey iyi giderken, birden bire, dondurucu bir soğukla karşılaştığını; donmasına ramak kaldığını, bu yüzden yukarı çekmelerini istediğini anlatmış. Sıra küçük kardeşe gelmiş. Küçük kardeş:
“- Urganı benim belime bağlayın. Kılıç ve gürzünüzü de bana verin. Yandın anam da desem, dondum anam da desem, yukarı çekmeyin. Kuyu nereye kadar gidiyorsa, oraya kadar indirin. Aşağıya indikten sonra da, urganı üç kez çekiştirmeden, beni yukarı çekmeyin.” demiş.
İki büyük kardeş, küçük kardeşin beline urganı bağlayıp, kuyuya sarkıtmışlar. Bir süre sonra, kuyudan;
“- Yandımmm!… Anam” diye canhıraş bir feryat yükselmiş. İki ağabey, feryada aldırmadan, urganı salmaya devam etmişler. Daha sonra da, “- Dondummm!.. Anammm!..” diye başka bir feryat duymuşlar. Yine aldırmayıp, urganı salmaya devam etmişler. Neden sonra, küçük oğlanın ayakları yere değmiş. Ayakları yere basan oğlan, belinden urganı çözdükten sonra, etrafına bakınmış. Kuyunun sonunun, zayıf bir kandil ışığının aydınlattığı loş ve kare şeklinde bir salona açıldığını görmüş. Salonun sol yanında üç küçük kapı; sağ yanında da, çok büyük bir kapı varmış. Bir süre, hangi kapıdan başlaması gerektiği konusunda tereddüt etmiş. Sonra, sol tarafındaki ilk kapıdan başlamaya karar vermiş.
Eline, büyük ağabeyinin kılıcını alarak, temkinli bir şekilde, kapıyı yavaşça açmış. Kapıyı açar açmaz da, dağların ardından aniden gün doğmuş gibi güçlü bir aydınlık gözünü kamaştırmış. İki elini yumruk gibi yaparak gözlerini oğuşturmuş. Gözleri aydınlığa alışınca da, karşıda divanda oturan, ayın ondördü gibi güzel, genç kızı farketmiş. Genç kız, önündeki altın tepsideki altın yemleri yiyen altın civcivlerle oynamakta imiş. Yanına varıp:
“- İn misin? Cin misin?” diye sormuş.
Oyununu bırakıp kafasını kaldıran genç kız da:
“- Ne inim, ne de cin. Seni, beni yaratan Tanrı’nın kuluyum. Dev, beni, babamın evinden kaçırıp buraya hapsetti. Vâkit geçirmem için de, bu oyuncağı verdi.” diye yanıt vermiş.
Oğlan, bekle anlamına gelen bir işaret yapıp, odadan çıkmış. Yandaki odanın kapısını da aynı ihtiyatla açmış. Yine, yoğun bir ışık gözünü kamaştırmış. Gözünün kamaşıklığı geçince de, odanın dip kısmında divanda oturmuş, ayın ondördü gibi güzel başka bir kızı görmüş. Kız, bir elinde bir fındık kabuğu, diğer elinde de, makas kesmedik, iğne dikmedik, atlastan bir elbise; elbiseyi, fındık kabuğunun içine daldırıp daldırıp çıkarıyormuş. Yanına yaklaşıp. Ona da:
“- İn misin? Cin misin?” diye sormuş.
Gelen yabancıyı dikkatle süzen bu kız da, oğlanın sorusunu:
“- Ne inim, ne de cin. Seni, beni yaratan Tanrı’nın kuluyum. Dev, beni, babamın evinden kaçırıp buraya hapsetti. Vâkit geçirmem için de, bu oyuncağı verdi.” şeklinde yanıtlamış.
Oğlan, ona da, beklemesini söyleyerek, odadan çıkmış. Üçüncü kapıyı açtığında da aynı ışıkla karşılaşmış. Gözleri ışığa alıştıktan sonra, kapının karşısındaki divanda oturan dünya güzeli kızı görmüş. Diğer iki kızdan daha genç ve güzel olan bu kız, elinde bir elmas yüzük, parmağına bir takıp, bir çıkararak, vâkit geçiriyormuş. Oğlan, yanına yaklaşıp, ona da, aynı soruyu sormuş:
“- İn misin? Cin misin?”.
Bu kız da, oğlana, diğerleri gibi yanıt vermiş:
“- Ne inim, ne de cin. Seni, beni yaratan Tanrı’nın kuluyum. Dev, beni, babamın evinden kaçırıp buraya hapsetti. Canımın sıkılmaması için de, bu oyuncağı verdi.”.
Bu yanıtından sonra, kız ayağa kalkarak, oğlanın elinden tutmuş ve burada ne aradığını sormuş. Oğlan, olup biteni anlatmış ve kuyuya, devi bulup öldürmek için indiğini söylemiş. Oğlanı yanına, divana oturtan kız:
“ – Ey korku nedir bilmeyen yiğit! Dev, karşıdaki büyük kapının arkasında. Dün akşam, inleyerek geldi. Sanırım yaralı ya da hasta. Kapısını kapattı, bir daha da çıkmadı. Uyuyor olmalı. Onu, orada bulabilirsin. Yalnız; dikkat et!.. Dev, gözleri açık uyur. Eğer, gözleri kapalıysa; uyuduğunu sanıp, yanına yaklaşma. İkincisi; kılıcını vurup, kellesini yere düşürürsen; o sana, ‘Aman insanoğlu, yiğitsen bir kez daha vur’ diyecektir. Sakın!.. Yanılıp da, bir kez daha vurma. Eğer, vuracak olursan, ölmez; dirilir.” demiş.
Kızın yanından ayrılan oğlan, doğruca devin odasının kapısına varmış. Kapıyı dinleyip, devin uyanık olup olmadığını anlamaya çalışmış. İçerden hiç ses gelmiyormuş. Kapıyı yavaşça açıp, içeri bakmış. Dev, bir divana, boylu boyunca uzanmış, yatıyormuş. Açık olup olmadığını anlamak için gözlerine bakmış. Devin gözleri açıkmış. Yanına yaklaşıp:
“- Uyannn! Ey devvv!” diye bağırmış.
Dev, uyanıp, ayağa kalkacak olduğunda da, kılıcını boynuna çalmış. Boynu vurulan dev, tıpkı kızın söylediği gibi:
“Amannn insanoğlu… Yiğitsen bir kez daha vur!..” diye bağırmış. Oğlan, oralı olmamış; kılıcını kınına sokmuş. Devin ölmesini beklemiş. Sonra da, üçüncü kızın yanına gelerek, devi öldürdüğünü söylemiş. Kız, sevinçle oğlanın boynuna sarılmış ve birlikte, diğer kızları da odalarından alıp, kuyunun altına gitmişler. Oğlan, kuyudan sarkmakta olan urganı, ilk kızın beline bağlayıp, üç kez çekiştirmiş ve ardından:
“- Çek!.. Büyük ağabeyim, bu senin kısmetin.” diye yukarıya bağırmış. Ağabeyleri, ilk kızı yukarı çekip, urganı yeniden sarkıtmışlar. Oğlan, bu kez, urganı ikinci kızın beline bağlamış ve üç kez çekiştirip:
“- Çek!.. ortanca ağabeyim, bu da senin kısmetin.” diye, yukarıya seslenmiş. Yukarıdakiler, ikinci kızı da çekmişler. Sıra, üçüncü kızla oğlana geldiğinde, kız, oğlana dönüp:
“- Önce sen çık. Ben çıkarsam, benim daha genç ve güzel olduğumu görüp, senin ipini keserler.” demiş; ancak, oğlan kabul etmemiş. Önce kızın çıkmasında ısrar etmiş.
“- O halde!” demiş kız ve eklemiş: “- Al şu yüzüğü. Başına birşey gelecek olursa, sıkıntıdan kurtulmak için, üç kez yalaman yeterli. Senin imdadına yetişecektir. Ayrıca, eğer, ağabeylerin ipi kesecek olurlarsa, ya karakoyunun ya da akkoyunun üzerine düşersin. Akkoyunun üzerine düşersen, aydınlık dünyaya; karakoyunun üzerine düşersen de, karanlık dünyaya gidersin. Şimdi urganı belime bağla…”.
Oğlan, urganı kızın beline bağlayarak, üç kez çekiştirmiş ve yukarı seslenmiş:
“- Çekin ağabeylerim! Bu da, benim kısmetim.”.
Ağabeyleri, urganı çekip, kızı, yukarı çıkarmışlar. Gerçekten de, kızı gördüklerinde, güzelliğine hayran kalıp; kıskanmışlar. Sıra oğlana geldiğinde, onu yukarı çekerken, yarı yolda urganı kesmişler. Urganı kesilen oğlan, karakoyunun üzerine düşmüş. Ayağa kalkıp, etrafa bakındığında, hiçbirşey görememiş. Ortalık, zifiri karanlıkmış. Eliyle etrafı yoklaya yoklaya ilerlemeye çalışmış. Bu zifiri karanlığa karşın, hava, bunaltıcı derecede sıcakmış. Bu şekilde ne kadar ilerlemiş; bilememiş. Sıcaktan öyle de susamış ki, dili damağına yapışmış. Etrafı eliyle yoklaya yoklaya ilerlerken, bir kapıya geldiğini farketmiş. Parmağı ile kapıyı tıklatıp, beklemiş. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra, kapı aralanmış. Elinde, titrek ışıklı bir kandille, yaşlı bir kadın açmış kapıyı. Oğlana ne istediğini sormuş. Sıcaktan yüzünden oluk oluk akan terleri kolunun yeniyle silmeye çalışan oğlan:
“- Nene…” demiş, “- Sıcak, terden vücudumda su bırakmadı. Susuzluktan ölüyorum. Ne olur, Tanrı rızası için bir yudum su ver…” diye de eklemiş.
Yaşlı kadın, titrek kandil ışığını oğlanın yüzüne tutarak, uzun uzun baktıktan sonra;
“- Bekle…Şimdi geliyorum.” demiş ve içeri girip, kapıyı kapatmış. Bir süre sonra, kapı yeniden açılmış. Nenenin elinde, kirli bir bakır tas; tasın içinde de, sudan başka herşeye benzeyen bir sıvı varmış. Oğlan, tasın halini görmüş; ama, çaresiz, sudan bir yudum almış. Alır almaz da, ağzındaki suyu, ‘tuuu!’ diye, tükürmüş:
“- Nene, bu ne? Bu, su mu? Yoksa, çamur mu? Sen, bana ne verdin?” diye de yakınmış.
Yaşlı kadın, oğlanın elinden tutup, içeri çekmiş:
“- Gel evladım… Gel de, sana anlatayım.” demiş ve eklemiş, “- Anlaşılan sen buradan değilsin. Burada, su alabileceğimiz, bir tek pınar var. Ancak, pınarın başında da, yedi başlı bir dev durur. Dev, her gün bir genç kız yemeden bize su vermez. Dev kızı yeyinceye kadar, kim ne kadar su alabilirse, o kadar… Ben yaşlıyım. Çevik davranamadığım için, pınara, diğerleri gibi yaklaşamıyorum. Diğerlerinin itiş-kakışından etrafa dökülen suların oluşturduğu birikintilerden barkacımı doldurmaya çalışıyorum. İşte, senin içtiğin su, böyle bir su. Kusura bakma evladım. Yarın sıra, ülkenin padişahının dünya güzeli kızında…”
Yaşlı kadın, sözünü tamamladıktan sonra, üzüntüyle, başını öne eğmiş. Oğlan, yaşlı kadının elini tutarak:
“- Tamam, nene, sabah ola hayır ola… Sen merak etme, bir çaresini buluruz. Yalnız, buraların yabancısıyım; yatacak yerim yok. Sen, beni, bu akşamlık Tanrı konuğu olarak kabul eder misin?” diye sormuş.
Uzun zamandır, evine konuk uğramayan, yaşlı kadın, sevinçle:
“- Tabii evladım. Tanrı konuklarına kapım, her zaman, sonuna kadar, açıktır. Tanrı ne verdiyse yer, uyuruz.” demiş.
Her yer zifiri karanlık olduğu için, oğlan, sabah olduğunu, ancak yaşlı kadının, söylemesiyle anlayabilmiş. Kılıcını kuşanıp, birlikte evden çıkmışlar. Yaşlı kadın, oğlanı, pınarım olduğu yere götürmüş. Oraya vardıklarında, pınarın yanındaki direğe, padişahın genç ve güzel kızını bağladıklarını, görmüşler. Dev de, bu arada, pınardan biraz uzakça bir yerde beklemekte imiş. Devin yedi başının herbirinin bir yana sallanıp, etrafı kolaçan ettiği, karanlığa karşın, seçilebiliyormuş. Padişahın adamlarının kızı bağlama işi bittikten sonra, dev yerinden kalkmış ve yedi başını, yılan gibi, sallaya sallaya, kıza doğru gelmeye başlamış. İnsanlar da, ellerinde barkaçlar; itiş-kakış etrafta bekliyorlarmış. Tam dev kıza yaklaşmış ki; oğlan, kılıcını çekip, kalabalıktan fırlamış ve devin yedi başını birden gövdesinden ayırmış. Devin koca gövdesi, gürültüyle yere düşerken, yedi boynundan da oluk gibi kan akıyormuş. Öyleki; karanlıkta, halk, barkaçlarına doldurduklarının su mu, yoksa devin kanı mı olduğunun ayırdına varamamış. Bu arada, haber padişaha ulaştırılmış. Padişah, sevinçle pınarbaşına yere gelmiş. Oğlanı, tutup, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, oğlana sarılıp, kızını kurtardığı için, kızı ve kendisi adına; devi öldürüp, halkı susuzluktan kurtardığı için de, halkı adına, teşekkür etmiş. Sonra da:
“- Dile benden ne dilersen? Her dileğin yerine gelecektir. Bundan böyle, sen de benim bir evladımsın” diye, oğlanın isteğini sormuş. Oğlan:
“- Ne dileyim, padişahım” demiş ve eklemiş, “- Ben buralardan değilim. Aydınlık dünyadan geliyorum. Bir kadre uğrayıp, karanlık dünyaya düştüm. Dileğim, yeniden aydınlık dünyaya varmaktır. Bunu yapabilir misin? Buna güçün yeter mi?”.
“- Ahhh!” diye inlemiş padişah, “- Ahh evladım!.. Buna benim gücüm yetmez. Yapamam. Benden, bundan başka ne istersen, hemen yerine getirmeye hazırım. Öl de… öleyim. Ama, bunu isteme. Yapamam. Gel, konuğum ol. Kendi evinde olduğu gibi, ye iç, rahatına bak. Bütün adamlarım emrine amade olacak. İstediğin herşeyi yapacaklar. Yeter ki, sen iste…” demiş.
Oğlan, çaresiz, padişahın davetini kabul etmiş. Neneyi de alarak, kafileyle birlikte sarayın yolunu tutumuş. En azından, aydınlık dünyaya varmanın bir yolunu buluncaya kadar, kalabileceği emin bir yerinin olmasının, hiç yoktan iyi olacağını düşünmüş. Davetinin kabul edilmesinden padişah da mutlu olmuş. Adamlarına, en güzel odayı, konuğu için hazırlamaları konusunda, emirler yağdırmış. Padişah, kızına yeniden kavuşmuş olmanın sevinci ile yedi gün yedi gece şenlik düzenlemiş. Şenlik boyunca, binlerce çeşit yemeklerden sofralar kurulmuş; envayi çeşit meyve ve tatlı sofralara konulmuş. Yenilmiş, içilmiş; eğlenceler düzenlenmiş, danslar edilmiş.
Ancak; bunların hiç biri, oğlanın yüzünü tam güldürmemiş; padişaha ayıp olmasın diye, eğleniyormuş gibi yapmış. Hep, düşünceliymiş. Kimi zaman, saraydan uzaklaşıp, insanların olmadığı yerlerde, eli arkasında, düşünceli düşünceli dolaşıyormuş. Aradan epey bir zaman geçmiş; ama, hâlâ, aydınlık dünyaya çıkmanın bir yolunu bulamamış. Kimse de, ne aydınlık dünyayı, ne de o dünyaya çıkmanın yolunu biliyormuş. Günlerden bir gün, yine böyle, canı sıkkın, keyifsiz bir sekilde, saray dışında dolaşırken, yorulduğunu hissetmiş. Gidip, bir ağacın altına uzanmış. Düşünürken de, uyuyakalmış.
Uykusunda, birara, çığlık çığlığa bağırıldığını duyup, yerinden fırlamış ve kılıcına davranmış. Ama, etrafında birşey görememiş. Ancak; çığlıklar daha da artarak devam ediyormuş. Kafasını, kaldırıp ağaca bakmış. Ağacın gövdesinde iri mi iri bir yılanın yukarı doğru sessizce süzülerek tırmandığını; ağacın dallarındaki bir yuvada da, zümrüdüanka kuşunun yavrularının, yılanın kendilerine geldiğini görüp, korkuyla çığlık attıklarını görmüş. Kılıcını kınından çıkarıp, ani bir hamle ile yılanın başını gövdesinden ayırmış. Ölen yılan, ağaçtan kayıp yere düşmüş. Oğlan ayağıyla ölü yılanı ileriye iteleyip, yeniden ağacın altına uzanmış.
Oğlan yeniden gözlerini kapatıp, uykuya daldığında; uzaklardan bir yerden, dev bir kuş, göz alıcı renklerle bezeli ışıltılı kanatlarını, ağır ağır çırparak, ağaca yaklaşmış. Gelen zümrüdüanka kuşuymuş. Kuş, yaklaştığında, ağacın altında, bir insanoğlunun yatmakta olduğunu görmüş. İnsanoğlunun yavrularına zarar verebileceğini düşünerek; saldırı durumu almış. Tam o sırada, annelerinin, yabancıya saldırmak üzere olduğunu gören, yavruları dile gelip:
“- Anne durrr!..O insanoğlu düşman değil. Bize, bir zararı dokunmadı. Tersine, bizi yemeye gelen yılanı öldürdü!.. Bizi kurtardı!..” diye seslenmişler ve yerde kıvrılmış yatan yılan ölüsünü göstermişler.
Yılan ölüsünü gören zümrüdüanka kuşu, olan biteni anlamış. Sessizce, yere konup, oğlana yaklaşmış. Oğlan, o sırada, derin bir uykudaymış. Kanatlarını yelpaze gibi kullanıp; onu, sıcaktan ve sineklerden koruyarak, sessizce, uyanmasını beklemiş.
Oğlan gözlerini açıp, karşısındaki dev gibi kuşu gördüğünde, yerinden fırlayıp, kılıcına davranmış. Kuş:
“- Sakin ol insanoğlu. Sana bir zararım dokunmaz. Sen, benim yavrularımı yılandan kurtardın. Sana borçluyum. Dile benden ne dilersen?” diye, sakin ve güven verici bir sesle konuşmuş.
Uyku sersemliğiyle, gördüklerinin rüya olup olmadığını anlamaya çalışan oğlan, gözlerini fal taşı gibi açıp, şaşkınlıkla kuşa bakarken:
“- Sen bir kuşsun. Ne yapabilirsin ki?! Ne dileyim ben senden?” diye mırıldanmış.
“- Sen hele bir dile… Görelim bakalım ne yapabilirim…” diye, oğlanı, yanıtlamış kuş.
Gördüklerinin ve duyduklarının rüya olmadığını anlayan oğlan, şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, sakin bir sesle sormuş:
“- Sen beni aydınlık dünyaya götürebilir misin?”
Kuş:
“- Aydınlık dünya mı?” demiş; “- Çok zor bir iş. Oldukça yaşlandım. Eski halim olsaydı, hiç kuşkusuz yanıtım ‘evet’ olurdu. Ama, dur bakayım!.. Belki olabilir… Hımmm… Tamam canım, yapabilirim. Ama, bir koşulla…” diye de eklemiş.
Duyduklarıyla heyecanlanan oğlan, kuşun konuşmasının bitmesini beklemeden:
“- Nedir koşulun?” diye atılmış.
Kuş, oğlanın heyecanını yatıştırmak amacıyla, kanatlarıyla, başını sıvazlayıp:
“- Dur!.. Dur!.. Sakin ol… Heyecanlanma hemen.” demiş ve eklemiş; “- Bu, yerine getirilmesi zor bir koşul. Hadi, suyu buldun diyelim. Eti nereden bulacaksın?”.
“- Ne suyu? Ne eti?” diye, merak ve şaşkınlıkla, sormuş oğlan.
“- Sırtımda sen, onca yolu, durmaksızın, yükselerek uçacağım. Bu, zor; zor olduğu kadar da, enerji isteyen bir iş. Yukarı doğru uçarken, suya ve yiyeceğe ihtiyacım olacak. Yaptığım hesaba göre, yol boyunca kırk fıçı su, kırk fıçı da et tüketmem gerekli. Bulabilir misin?” diyerek, endişesini dile getirmiş kuş.
Oğlanın aklına, padişahın, kendisine, “- Dile benden ne dilersen?” dediği gelmiş. Kuşa, “- Tamam. Gereğini yapacağım. Ama, önce bir görüşme yapmam gerekli.” diyerek oradan ayrılıp; doğruca, padişahın sarayına koşmuş.
Padişahın huzuruna çıktığında, heyecanla:
“- Padişahım…” demiş; “- Bana verdiğiniz söz hâlâ geçerli mi?” diye de sormuş.
Padişah, önce anlamamış:
“- Hangi söz?” demiş.
Oğlan:
“- Hani…” demiş ve eklemiş; “- Bana, dilediğim her şeyi yapabileceğinizi söylemiştiniz ya!..”.
“- Haaa!..” demiş padişah; “- Tabii ki, geçerli. Bir dileğin mi var? Derhal yerine getirsinler.”.
Oğlan, başından geçenleri, padişaha anlattıktan sonra;
“- Sizden dileğim, kırk fıçı su ile kırk fıçı et.” demiş.
Padişah, hemen, vezirlerini çağırtmış ve onlara emirler vererek, oğlanın dileğinin derhal yerine getirilmesini istemiş. Hemen, o gün fıçılar hazırlanmış; küçük ve büyük baş hayvanlar kesilmiş. Etler ve su fıçılara doldurulup, arabalarla, zümrüdüanka kuşunun yuvasının olduğu ağacın dibine götürülmüş. Oğlan da, padişaha teşekkürlerini bildirdikten sonra vedalaşıp, ayrılmış ve kuşun yanına varmış. Kuş da, oğlanı, beklemekte imiş. Padişahın adamları, kırk fıçı suyu, kuşun bir kanadına; kırk fıçı eti de, diğer kanadına yerleştirmişler. Oğlan ise, kuşun kanatlarının ortasına, ayaklarını kuşun boynunun iki yanından sarkıtarak, ata biner gibi oturmuş. Kuş, havalanmadan önce, oğlana, ağzına, “gak” dedikçe, et; “guk” dedikçe, su vermesini, sıkı sıkı, tembihlemiş. Sonra da, ağır ağır, kanatlarını çırparak havalanıp, aydınlık dünyaya doğru yola koyulmuş. Yükseldikçe yükselmişler. Yükselirken de, kuş, bir “gak” demiş; bir, “guk”. Oğlan da, kuşun gagasına, “gak” deyince et, “guk” deyince su vermiş. Böylece, saatler boyu yol almışlar. Aydınlık dünyaya ulaşmalarına az kalmışmış ki, fıçılarda et tükenmiş. Etin tükendiğini bilmeyen kuş, “gak” deyince, oğlan, hemen kılıcını çıkarıp, baldırından bir parça kesmiş ve kuşun gagasına vermiş. Ancak; kuş, verilen bu etin, insan eti olduğunu anlamış; yutmayıp, dilinin altında saklamış. Bir daha da, “gak” dememiş. Bir süre daha yükseldikten sonra da, aydınlık dünyaya varmışlar. Kuş, bir düzlüğe varıp; yavaşça yere konmuş. Oğlana:
“- İşte geldik. Hadi in.” demiş.
Oğlan, kuşun sırtından inip, ayakta durmuş. Kuş, oğlanın yürümesini istemiş. Oğlan ise; kuşa, teşekkür ederek, uçmasını bekleyeceğini söylemiş. Kuş:
“- Ben, ilerdeki ağacın altında, biraz, dinleneceğim. Hadi!.. Sen, git. Bekleme.” demiş. Amacı, oğlanın yürüyüp yürüyemeyeceğini görmekmiş.
Oğlan, çaresiz, bir adım atmış. Atar atmaz da, olduğu yere yığılmış. Kuş, gülerek, yanına gelmiş. Dilinin altından, et parçasını çıkarıp; oğlanın baldırındaki kesiğin üzerine yapıştırmış. Oğlanın baldırı, hiç kesilmemiş gibi olmuş. Oğlan, kuşa, yeniden teşekkür etmiş. Vedalaşıp, ayrılmışlar.
Kuştan ayrılan oğlan, etrafına bakınıp, nerede olduğunu anlamaya çalışmış; ama, anlayamamış. Daha önce hiç bulunmadığı bir diyarda imiş. Günlerce, kimselere görünmeden, dağ, bayır, yürümüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Yol boyunca karnını, av etleriyle doyurmuş; kaynaklardan su içmiş, Sonunda, babasının sarayının bulunduğu kente ulaşmış. Ancak; hemen, saraya koşmamış. Ağabeylerinin hışmından endişe etmiş. Tanınmamak için de, kente girmeden önce, davarını otlatmakta olan bir çobanın yanına varmış. Çobana, üzerindeki elbiseler karşılığında kendi elbiselerini önermiş. Çoban, oğlanın üzerindeki değerli elbiseleri görünce, öneriyi, hemen, kabul etmiş. Kendi elbiselerini çıkarıp, çobanın eski püskü elbiselerini giyen oğlan, çobandan, bir koyun kesip, işkembesini kendisine vermesini istemiş. Çobanın kesip verdiği işkembeyi, bir güzel temizledikten sonra, kafasına geçirmiş. Öyle tanınmaz hale gelmiş ki; çoban bile, bilmese, onu, zavallı bir keloğlan sanacakmış.
Tebdili kıyafet kente giren oğlan, sokaklarda, kahvehanelerde, dolaşıp; konuşulanlara kulak misafiri olmaya çalışmış. Kentliler, aralarında, padişahın küçük oğlunun derin bir kuyuya düşerek, çıkamadığını; diğer oğullarının da, saraya, nereli olduklarını bilmedikleri, çok güzel üç kız getirdiklerini; bu kızların ikisiyle kendilerinin; üçüncüsüyle de, amcaoğlunun evleneceğini konuşuyorlarmış.
Gerçekten de, oğlanı kuyuda bıraktıktan sonra, kızları alıp saraya dönen iki oğlan, babalarına, olanı biteni, kızları kuyudan çıkardıkları ana kadar doğru anlatmışlar. Ancak; son olarak, kardeşlerini kuyudan çekerken, urganın bilinmeyen bir nedenle koptuğunu; kardeşlerinin, düşerek, kuyunun derinliklerinde kaybolduğunu; bağırmalarına karşın, kuyudan ne bir ses, ne de bir seda alabildiklerini; uzunca süre de ses çıkmayınca, öldüğüne kanaat getirerek, ağlaya, ağlaya, saraya döndüklerini söylemişler. Kızları da, doğruyu söylememeleri konusunda tehdit etmişler. Korkularından, anlatılanları, sessiz kalarak, doğrulayan kızların en akıllısı olan üçüncü kız, işi kurnazlıkla halletmelerinin doğru olacağını diğerlerine fısıldamış. Kuyudan ayrılmadan önce, oğlanla olan konuşmasını anlatmış ve, eğer, aydınlık dünyaya gelmeyi başarırsa, elindeki yüzükle mutlaka bir çözüm bularak, kendilerine ulaşacağını söylemiş. Kızlar, oğlanlara belli etmeden, sevinmişler.
Küçük oğlunun kaybolmasına padişah çok üzülmüş. Ülkede kırk gün yas ilan edip, günlerce ağlamış. Kırk günün sonunda, büyük oğlanla ortancası, babalarının huzuruna çıkıp:
“Baba!” demişler; “- Ölenle ölünmez. Kardeşimiz, kırk gün oldu gelmedi. Belli ki, hayatta değil. Biz de, çok üzgünüz. O, bizim en küçüğümüz, gözbebeğimiz, sevgili kardeşimizdi. Onu çok arayacağız, kuşkusuz. Ama, bu üç kız, bizi bekliyor. Kentli de, dedikodulara başlamış; ‘Üç bekar ve dünya güzeli kız, iki bekar oğlanın yaşadığı sarayda, ne arar?’ diye soruyorlarmış. Bir an önce, bu işe bir çare bulsak?!” diye de, meramlarını açıklamışlar.
Padişah, düşünüp, oğullarına hak vermiş. “- Tamam. Gerekeni yapalım. Sizin kararınız nedir?” diye sormuş. Büyük oğlan, kendisinin küçük kızla; ortanca oğlanın da, ortanca kızla evlenmek istediğini; büyük kızı da, amcaoğullarına uygun gördüklerini söylemiş. Padişah, “- Bence de, uygun. Ancak, bir de kızları çağırıp, soralım. Bakalım, onlar ne derler?” diyerek, adamlarına kızları huzuruna getirmeleri konusunda emir vermiş. Oysa; kızlar, aralarında gizlice sözleşmişler. Sorulduğunda, “Tamam, biz de kabul ediyoruz. Ancak, iki koşulumuz var.” diyeceklermiş.
Padişahın adamları, kızları padişahın huzuruna çıkarmak için hazırlaya dursun; bu arada, oğlan, bir kuyumcuya giderek, o işlerden biraz anladığını; kendisini çırak olarak işe alıp alamayacağını sormuş. Masal bu ya… Kuyumcunun da çırağı, iki gün önce, ailesini görmek için, köyüne gitmişmiş. Kuyumcu, çırağı dönünceye kadar çalışabileceğini söyleyerek, oğlanı yanına almış.
Gerçekten de, kızlar, huzura alınıp, kendilerine oğullarının evlenme önerisi konusunda ne düşündükleri sorulduğunda, sözleştikleri gibi:
“- Bizce uygun. Ancak, iki koşulumuz var. Bu koşullarımız yerine getirilir, getirilmez, düğün hazırlıklarına başlayabilirsiniz.” demişler.
Padişah, kızlara, koşullarının ne olduğunu sorduğunda ise; ilk koşullarının, altın tepsi içinde, altın yem yiyen, altın civcivler olduğunu; bunu bulup getirdiklerinde, ikinci koşulu söyleyeceklerini bildirmişler.
Padişah, bütün ülkeye haber salarak, ülkedeki tüm kuyumcuların, derhal, saraya gelmelerini emretmiş. Ülkenin tüm kuyumcuları sarayda toplanmış. Oğlanın ustası da sarayda toplananlar arasında imiş. Padişah, onlara, üç güne kadar, altın tepsi içinde, altın yem yiyen, altın civcivler yapmalarını; yapamadıkları takdirde, onları cezalandıracağını söyledikten sonra gitmelerine izin vermiş. Kuyumcular, ülkenin her tarafındaki imalathanelerine koşmuşlar. Oğlanın ustası da, koşarak, dükkânına gelmiş. Gelmesine gelmiş de; bir köşeye çekilip, derin derin düşüncelere dalmış. Hem padişahın istediği şeyi nasıl yapacağını düşünüyor, hem de yapamadığı takdirde başına geleceklerden korkup, tir tir titriyormuş. Oğlan, ustasının bu halini görüp; çekine çekine, yanına yaklaşmış. Bir derdinin olup olmadığını sormuş. Ustası:
“- Git işine keloğlan. Bu senin boyunu aşar. Benim derdim bana yeterken, bir de sen çıkma başıma. Git işine!..” diye, kızgın kızgın, söylenmiş. Oğlan, ısrarcı olmuş:
“- Sevgili ustam. Belli ki, senin büyük bir derdin var. Derdini söylemeyen derman bulamaz. Gel derdini bana söyle. El elden üstündür. Belki, ben bir çare bulurum” demiş.
“- Keloğlan!” diye sesini yükselten ustası, “- Ben kırk yıldır kuyumculuk yapıyorum. Ne göz alıcı gerdanlıklar, ne bilezikler yaptım. Tüm ülke, yaptıklarıma hayran kaldı. Ünüm, ülkeyi aşıp, komşu ülkelere yayıldı. Padişahın istediği, altın tepside altın yem yiyen altın civcivleri ben yapamıyorum ki; sen, iki günlük kuyumcu çırağı keloğlan mı yapacak?!” diyerek, bir güzel de azarlamış.
Ustasının sözlerinden, ne olup bittiğini anlayan oğlan, yeniden ısrar etmiş:
“- Sevgili ustam. Bu iş, benim için çocuk oyuncağı. İzin ver, ben yapayım.” demiş.
İki günlük kuyumcu çırağının söylediklerine inanmayan ustası, yine de, “Ne kaybederim, bir deneyeyim. O bir yandan uğraşırken; ben de, bir yandan yapmaya çalışırım. Bir elin nesi var? İki elin sesi var?” diye düşünmüş.
“- Tamam. Sen de, bir dene. Denemende sakınca yok. Nasıl olsa, yapamayacaksın.” deyince; oğlan:
“- Yalnızzz!..” demiş; “- Bir isteğim var… Ben, bütün gece, şu odaya kapanıp çalışacağım. Odaya kimse girmeyecek. Bana, bir çuval fındık fıstık, bir tepsi baklava getireceksin. Ben, bütün gece, çalışırken onları yiyip, güç alacağım. Sabaha da, istediğin hazır olacak.” diye de eklemiş.
Bu sözleri duyan ustası, sinirlenip, oğlanı haşlayacak olmuş. Ama, son anda, kaybedecek bir şeyinin olmadığını düşünerek vazgeçmiş. Oğlanın istediklerini getirip, odaya koymuş. Oğlan, odaya girip, kapıyı kapattıktan sonra, bir köşeye çekilip, ustasının getirdiklerini yemeye başlamış.
Aradan saatler geçmiş. Ustası, iki de bir gelip, kapıyı dinlermiş. İçeriden, fındık, fıstık çıtırtısından başka bir ses gelmezmiş. Sonunda, dayanamayıp, kapıyı açmış. Bir de ne görsün, keloğlan, mindere sırtüstü uzanmış, bir fındıktan, bir fıstıktan, bir de baklavadan yiyip, keyf ediyor. Sabırsızlıkla:
“- Hadi!.. Keloğlan. Yapacaksan yap şunu!.. Neredeyse sabah olacak.” diye çıkışmış.
Oğlan oralı olmamış. Hiç acele etmeksizin:
“- Sevgili ustam, sen git uyumana bak. Merak etme, istediğin olacak. Hem, beni kimsenin rahatsız etmemesini söylememiş miydim?” diye söylenmiş.
Bu, böyle sabaha kadar birçok kez tekrarlanmış. Sonunda gün ışımaya başlamış. Oğlan, yerinden kalkıp, cebinden üçüncü kızın verdiği yüzüğü çıkarmış. Yüzüğü iki parmağı arasına alıp, diline götürmüş ve üç kez yalamış. O anda, gözleri kamaştıran bir ışık çakmış. Ardından da, ortalığı duman kaplamış. Dumanların arasında, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, bir cin görünmüş. Cin, gelip, oğlanın önünde, yerlere kadar eğilmiş ve;
“- Yüce efendim, dile benden ne dilersen?” demiş.
Oğlan:
“- Ey cin!” demiş; “- Altın tepsi içinde, altın yem yiyen, altın civcivler yapmanı istiyorum.” diye de emretmiş.
“- Efendimin isteği, derhal, yerine getirilecektir.” diyerek ortadan kaybolan cin, kısa bir süre sonra, elinde, altın tepsi ile geri dönmüş. Tepside de, altın yem yiyen altın civcivler varmış.
Cin ortadan kaybolur kaybolmaz, ustası kapıdan yeniden görünmüş. “- Hadi, Keloğlan!..” diyecek olmuş; ancak, altın tepsiyi görüp, gözleri fal taşı gibi açılmış. Hemen, koşup tepsiyi almış. Görmüş ki; gerçekten, tepside, altın civcivler altın yem yiyorlar. Sevinçten oğlana sarılıp, havalara zıplamış. Ona nasıl teşekkür edeceğini bilememiş. Elinde tepsi, doğruca saraya koşmuş. İstediğinin yerine geldiğini gören padişah, kuyumcuya bir kese altın verilmesini emretmiş. Sonra da, kızları çağırtarak, tepsiyi onlara vermiş.
Tepsiyi gören kızlar, oğlanın aydınlık dünyada olduğunu anlamışlar. Ama, emin olmak için, ikinci koşullarını da söylemişler:
“- Bu kez…” demiş ve eklemişler, “- Bu kez, fındık kabına sığan, makas kesmedik, iğne dikmedik, atlas bir elbise istiyoruz.”.
Öte yandan; oğlan da, kızların ne yapmak istediklerini anlamış ve kuyumcu dükkânından ayrılıp, bir terzi dükkânına gitmiş. Oranın ustasına da, terzilikten biraz anladığını söyleyerek, kendisini çırak olarak alıp alamayacağını sormuş. Masal bu ya… Terzinin de çırağı, hastalanmış; o gün, işe gelememişmiş. Terzi oğlana, çırağı iyileşip gelinceye kadar yanında çalışabileceğini söylemiş.
Kızların ikinci koşullarını duyan padişah, bu kez, ülkedeki tüm terzilere haber göndererek; derhal, saraya gelmelerini istemiş. Terziler, en kısa sürede, sarayda toplanmışlar. Toplananlar arasında oğlanın ustası da varmış.
Padişah, onlara, üç güne kadar, fındıkkabuğuna sığan, makas kesmedik, iğne dikmedik, atlas elbise yapmalarını; yapamadıkları takdirde, cezalandırılacaklarını söyledikten sonra, gitmelerine izin vermiş. Terziler, ülkenin her tarafındaki terzihanelerine koşmuşlar. Oğlanın ustası da, koşarak, terzihanesine gelmiş. Gelmesine gelmiş de; bir köşeye çekilip, derin düşüncelere dalmış. Hem padişahın istediği şeyi nasıl yapacağını düşünüyor, hem de yapamadığı takdirde başına geleceklerden korkup, tir tir titriyormuş. Oğlan, ustasının bu halini görüp; yanına gitmiş. Bir derdinin olup olmadığını sormuş. Ustası:
“- Git işine Keloğlan. Bu senin boyunu aşar. Benim derdim bana yeterken, bir de sen çıkma başıma. Git işine!..” diye, kızgın kızgın, söylenmiş. Oğlan, ısrarcı olmuş:
“- Sevgili ustam. Belli ki, senin büyük bir derdin var. Derdini söylemeyen derman bulamaz. Gel derdini bana söyle. El elden üstündür. Belki, ben bir çare bulurum” demiş.
“- Keloğlan!” diye sesini yükselten ustası, “- Ben kırk yıldır terzilik yapıyorum. Ne göz alıcı döpiyesler, tayyörler, ne gelinlikler diktim. Tüm ülke, diktiklerime hayran kaldı. Modayı ben yarattım. Ünüm, ülkeyi aşıp, komşu ülkelere yayıldı. Padişahın istediği, fındık kabuğuna sığan, makas kesmedik, iğne dikmedik atlas elbiseyi yapmayı ben bilmiyorum ki; sen, iki günlük terzi çırağı keloğlan mı yapacak?!” diyerek, bir güzel de azarlamış.
Ustasının böyle söyleyeceğini, esasen, tahmin eden oğlan, yeniden ısrar etmiş:
“- Sevgili ustam. Bu iş, benim için çocuk oyuncağı. İzin ver, ben yapayım.” demiş.
İki günlük terzi çırağına alaycı bir ifade ile bakan ustası, yine de, “- Ne kaybederim, bir deneyeyim. O bir yandan uğraşırken; ben de, bir yandan yapmaya çalışırım. Bir elin nesi var? İki elin sesi var?” diye düşünmüş.
“- Tamam. Sen de, bir dene. Denemende sakınca yok. Nasıl olsa, yapamayacaksın.” deyince; oğlan:
“- Yalnızzz!..” demiş; “- Bir isteğim var… Ben, bütün gece, şu odaya kapanıp çalışacağım. Odaya kimse girmeyecek. Bana, bir çuval incir, üzüm, bir tepsi kadayıf getireceksin. Ben, bütün gece, çalışırken onları yiyip, güç alacağım. Sabaha da, istediğin hazır olacak.” diye de eklemiş.
Bu sözleri duyan ustası, sinirlenip, oğlanı haşlayacak olmuş. Ama, son anda, o da kuyumcu gibi, kaybedecek bir şeyinin olmadığını düşünerek vazgeçmiş. Oğlanın istediklerini getirip, odaya koymuş. Oğlan, odaya girip, kapıyı kapattıktan sonra, bir köşeye çekilip, ustasının getirdiklerini yemeye başlamış.
Aradan saatler geçmiş. Ustası, iki de bir gelip, kapıyı dinlermiş. İçeriden, incir üzüm yiyen oğlanın ağız şapırtısından başka bir ses gelmezmiş. Sonunda, dayanamayıp, kapıyı açmış. Bir de ne görsün, keloğlan, divana sırtüstü uzanmış; bir incirden, bir üzümden, bir kadayıftan yiyip, keyf ediyor. Sabırsızlıkla:
“- Hadi!.. Keloğlan. Yapacaksan yap şunu!.. Neredeyse sabah olacak.” diye çıkışmış.
Oğlan oralı olmamış. Hiç acele etmeksizin:
“- Sevgili ustam, sen git uyumana bak. Merak etme, istediğin olacak. Hem, beni kimsenin rahatsız etmemesini söylememiş miydim?” diye söylenmiş.
Bu, böyle sabaha kadar birçok kez tekrarlanmış. Sonunda gün ışımaya başlamış. Oğlan, yerinden kalkıp, cebinden yüzüğü çıkarıp, üç kez yalamış. O anda, gözleri kamaştıran bir ışık çakmış. Ardından da, ortalığı duman kaplamış. Dumanların arasında, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, cin görünmüş. Cin, gelip, oğlanın önünde, yerlere kadar eğilmiş ve, önce yaptığı gibi;
“- Yüce efendim, dile benden ne dilersen?” demiş.
Oğlan:
“- Ey cin!” demiş; “- Bana, hemen, fındıkkabuğuna sığan, makas kesmedik, iğne dikmedik atlas elbise yapmanı istiyorum.” diye de emretmiş.
“- Efendimin isteği, derhal, yerine getirilecektir.” diyerek ortadan kaybolan cin, kısa bir süre sonra, elinde, fındıkkabuğu ile geri dönmüş. Kabuğun içinde de, makas kesmedik, iğne dikmedik atlas bir elbise varmış.
Cin ortadan kaybolur kaybolmaz, ustası kapıdan yeniden görünmüş. “- Hadi, Keloğlan!..” diyecek olmuş; ancak, oğlanın bir elinde, atlas elbise; diğer elinde de, fındık kabuğu, elbiseyi fındık kabuğuna daldırıp daldırıp çıkardığını görmüş. Hemen, koşup, fındıkkabuğunu ve elbiseyi, oğlanın elinden almış. Görmüş ki; gerçekten, elbise atlastan yapılmış. Üzerinde, tek bir makas kesiği ve iğne iplik izi de yokmuş. Dahası, elbise, fındıkkabuğuna, rahatlıkla sığıyormuş. Sevinçten oğlana sarılıp, havalara zıplamış. Ona nasıl teşekkür edeceğini bilememiş. Elinde fındıkkabuğu ve atlas elbise, doğruca, saraya koşmuş. İstediğinin yerine geldiğini gören padişah, terziye bir kese altın verilmesini emretmiş. Sonra da, kızları çağırtarak, terzinin getirdiklerini, onlara vermiş.
Fındıkkabuğu ve atlas elbiseyi gören kızlar, oğlanın aydınlık dünyada olduğundan iyice emin olmuşlar. “- Tamam…” demişler, “- Düğün hazırlıklarına başlayabilirsiniz.”.
Padişah, adamlarını, ülkenin dörtbir yanına göndermiş; tellallar çıkarılmasını emretmiş. Tellallar, yedi gün boyunca, ülkenin her yanında, davullar çalarak, ulu padişahın, oğullarına, kırk gün kırk gece sürecek düğün yapacağını; kadın-erkek, genç-yaşlı tüm tebanın bu düğüne davetli olduğunu duyurmuş. Komşu ülkelerin padişahları, elçiler gönderilerek, düğüne davet edilmişler. Gelecek muteber konuklar için, envayi çeşit çiçekle bezeli bahçelerindeki fıskiyelerinden günün her saatinde sular fışkıran, görkemli konaklar inşa edilmiş. Payitahtın tüm sokakları, kaldırımlar yenilenip pırıl pırıl yapıldıktan sonra, bayrak, flama ve renkli balonlarla süslenmiş; binalar, göz alıcı renklere boyanmış. Padişah da, zaman zaman, erkânıyla çıkıp, hazırlıkları denetliyor; gördüğü noksanlıkların derhal giderilmesi için, talimatlar veriyormuş.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, konuklar, bir bir, gelmeye başlamışlar. Gelen konuklar, davullarla zurnalarla, karşılanıyor; her bir konuk için görevlendirilen padişah adamları tarafından alınıp, konaklarına yerleştiriliyormuş. Konukların gelmeleri tamamlandıktan sonra; padişah, düğün eğlencelerinin başlamasını emretmiş. Konukları eğlendirmek için, cambazlar, hokkabazlar, sihirbazlar bir yanda gösteriler yaparken; öte yanda da, güreş müsabakaları, at yarışları yapılıyor; cirit oyunları, oynanıyormuş.
Bunlar olurken; terzinin yanından ayrılan oğlan, kentin dışında, saraya fazla uzak olmayan, gözden uzak bir hana yerleşmiş, düğün eğlencelerinin başlamasını bekliyormuş. Bu bekleyiş sırasında da, zaman zaman, kente inip, dikkati çekmemeye özen göstererek, tellallardan, hangi eğlencenin, ne zaman ve nerede yapılacağını öğrenmeye çalışırmış.
Cirit oyunlarının başlayacağı gün gelip çatmış. Oyunların ilk gününün sabahı, oğlan erkenden kalkmış. Kimsenin göremeyeceği bir ucra köşeye çekilip, yüzüğü yalamış. O anda, ortalığı ışıltılı şimşekler aydınlatmış. Ardından da, dumandan gözgözü görmez olmuş. Dumanların arasından, bir dudağı yerde, diğeri gökte cin çıkagelmiş. Cin, daha önce yaptığı gibi, gelip, oğlanın önünde, yerlere kadar eğilmiş ve;
“- Yüce efendim, dile benden ne dilersen?” demiş.
Oğlan:
“- Sevgili cin…” demiş; “- Bana, öyle bir at getireceksin ki, bütün atlardan daha göz alıcı güzellikte, daha güçlü ve rüzgârdan daha hızlı olacak. İkincisi; bana, tüm konukların görüp hayran kalacağı zırhlı bir cirit elbisesi ile ne olursa olsun kırılmayan bir cirit mızrağı bulacaksın. Bu kıyafet içerisinde, beni, kimsenin tanıması da mümkün olmayacak” diye de eklemiş.
“- Efendimin isteği, benim için emirdir; derhal, yerine getirilecektir” diyerek ortadan kaybolan cin, kısa bir süre sonra, yedeğinde, dizginlerinden tuttuğu, yerinde duramayan doru bir atla geri dönmüş. Cinin bir elinde de, oğlanın istediği cirit elbise ve mızrak varmış. Yeleleri rüzgârda uçuşan at, öylesine güçlü ve hareketli imiş ki; cin bile, zorlukla zaptediyormuş. Koşumları da, altından yapılmış, çok uzaklardan ışıl ışıl parlıyormuş. Cinin bir el hareketiyle, oğlan kendisini, zırhlı cirit elbisesini giymiş; elinde mızrak, atın üzerinde bulmuş. Yerinde duramayan at, dizginleri gerildikçe, ön ayakları havada, şaha kalkmış vaziyette, kendi etrafında dönerken, burun deliklerinden de dumanlar çıkıyormuş. Oğlan, atın üzerinde, zorlukla duruyormuş. Sakinleştirmek için, öne eğilip, bir eliyle, atın yanağını okşamış. Sahibine alışıp, sakinleşen at, onun bir topuk hareketiyle, şimşek gibi, yerinden fırlayarak, cirit oyunlarının oynandığı alana doğru dörtnala koşmuş. Alana vardıklarında, oyunlar, çoktan başlamışmış. Oğlan, hemen, ortaya çıkmamış. Önce, alanın dışında, ağaçlık bir yerde, görünmeden, ağabeyleriyle amcaoğlunun, o günkü rakiplerini yenmelerini beklemiş. Amcaoğlu, tam rakibini, yere düşürmüştü ki; seyirciler, alanın ağaçlıklı yanından, bir atlının şimşek gibi fırlayıp, tozu dumana katarak, oyun alanına girdiğini görmüşler. Hayret ve hayranlık ifade eden bir uğultu yükselmiş. Seyirciler, o güne kadar görmedikleri güç ve güzellikteki ata ve üzerinde parlayan zırhıyla dim dik duran sürücüsüne hayran kalmışlar. Tüm dikkatlerini yöneltmelerine karşın, kim olduğunu bilememişler. Yüzündeki maske nedeniyle, babası ve kardeşleri de, onu tanıyamamışlar. Oğlan, alana, şimşek gibi dalarken:
“- Kendini koru, amcaoğluuu!..” diye de nara atıyormuş.
Amcasının oğlu, önce afallamış. Oğlan, atıyla, alanı çepeçevre rüzgâr hızıyla dolanarak, ona, kendisine gelecek zamanı tanıdıktan sonra; atını, üzerine sürmüş. Herkesin şaşkın bakışları arasında:
“- Alll!.. Bu senin hakkınnn!..” diyerek, mızrağıyla, amcaoğlunu yere düşürmüş ve atını, geldiği yöne, yıldırım gibi sürmüş. O, ağaçların ardında kaybolurken, kendisine gelen kardeşleri:
“- Tutun şu yabancıyııı!..” diye bağırmışlar.
Askerler, atlarına binip, oğlanın ardından, koşmuşlarsa da; onu, görememişler. Oradan uyuz beygiriyle, gelmekte olan, bir keloğlana, yanından bir atlının geçip geçmediğini sormuşlar. Keloğlan, eliyle bir yönü işaret etmiş. Askerler, o yöne doğru at sürerek, uzaklaşmışlar. Meğer, alandan uzaklaşıp, ağaçların ardında görünmez olduktan sonra, oğlan, yüzüğü yalayıp, cini çağırmış ve kendisini eski kıyafetine, atı da uyuz bir beygire dönüştürmesini istemişmiş.
Ertesi gün, üç gün sürecek cirit oyunlarının ikincisi yapılacakmış. Oğlan, yine, erkenden uyanıp, cini çağırmış. Bir gün önceki ata, aynı kıyafetle binip, cirit oyunlarının yapılacağı alanın yolunu tutmuş. Alana vardığında, yine ağaçların arkasında saklanıp, ağabeylerinin, o günkü rakiplerini yenmelerini beklemiş. Ortanca ağabeyi, rakibini yere indirdiğinde, ağaçların arkasından ok gibi fırlayıp:
“- Koru kendini!.. Ortanca ağabeyyy!..” diye nara atmış.
Oğlan, atıyla, alanı çepeçevre rüzgâr hızıyla dolanarak, ağabeyine, kendisine gelecek zamanı tanımış. Ağabeyinin, oyun düzenine geçtiğini görünce de, atını, üzerine sürmüş. Herkesin şaşkın bakışları arasında;
“- Alll!.. Bu da senin hakkınnn!..” diyerek, mızrağıyla, ortanca ağabeyini yere düşürmüş ve atını, geldiği yöne, yıldırım gibi sürmüş. O, ağaçların ardında kaybolurken, kendisine gelen büyük kardeş:
“- Tutun şu yabancıyııı!..” diye bağırmış.
Askerler, atlarına binip, oğlanın ardından, koşmuşlarsa da; onu, görememişler. Oradan uyuz bir eşeğin yularından tutmuş, gelmekte olan, yaşlı bir köylüye, yanından bir atlının geçip geçmediğini sormuşlar. Yırtık elbiselerinin içinde zorlukla yürüyen köylü, eliyle, başka bir yönü işaret etmiş. Askerler, o yöne doğru at sürerek, uzaklaşmışlar. Meğer, alandan uzaklaşıp, ağaçların ardında görünmez olduktan sonra, oğlan, yüzüğü yalayıp, cini çağırmış ve kendisini, yırtık pırtık elbiseleriyle yaşlı bir köylüye; atı da, uyuz bir eşeğe dönüştürmesini istemişmiş.
Cirit oyunlarının son günün sabahı, oğlan, yine, cini çağırmış. Cirit kıyafetiyle atın üzerinde oyunların yapılacağı alanın yolunu tutmuş. Alana vardığında, yine ağaçların arkasında saklanıp, büyük ağabeyinin, son rakibini yenmesini beklemiş. Büyük ağabeyi, rakibini yere indirdiğinde, ağaçların arkasından ok gibi fırlayıp:
“- Koru kendini!.. Büyük ağabeyyy!..” diye nara atmış.
Oğlan, önceki günlerde yaptığı gibi, atıyla, alanı çepeçevre rüzgâr hızıyla dolanarak, ağabeyine, kendisine gelecek zamanı tanımış. Ağabeyinin, oyun düzenine geçtiğini görünce de, atını, üzerine sürmüş. Herkesin şaşkın bakışları arasında;
“- Alll!.. Bu sonuncusu da senin hakkınnn!..” diyerek, mızrağıyla, ortanca ağabeyini yere düşürüp; atını, ileride tahtında oturup, yanındaki üç kızla birlikte, olan biteni, şaşkınlıkla izleyen, babasının önüne sürmüş. Henüz, şaşkınlığını üzerinden atamayan babasının yanına vardığında; atından inerek, maskesini çıkarmış. O anda, alanda, yeni ve güçlü bir uğultu yükselmiş. Ardından da, onu tanıyan konuklar, “yaşa, varol!” diye bağırıp, alkışlamaya başlamışlar.
Öldüğünü sandığı küçük oğlunu karşısında gören padişah, yerinden fırlayıp, oğluna sarılmış. Oğlan da, babasına sarılıp, elini öpmüş. Onu yeniden görmekten mutlu olan üç kız da, gelip, oğlana sarılmışlar. Padişaha, olanı biteni anlatmışlar. Padişah, diğer iki oğlunu yanına çağırıp, anlatılanların doğru olup olmadığını sormuş. İki büyük oğul, anlatılanları inkâr edememiş; oğlanın eline varıp, özür dilemişler. Oğlan da, aldıkları dersi yeterli görüp, ağabeylerini bağışlamış. Küçük kız, gelip, oğlanın elini tutmuş. Ortanca kız, ortanca oğlanın; büyük kız da, büyük oğlanın yanına giderek, aynı şeyi yapmış. Bu durumu gören, padişah da, ayağa kalkıp, merakla onları izleyen, konuklara seslenmiş:
“- Sevgili dostlarım… Sizler de gördünüz. Ben, kaybettiğim küçük oğlumu yeniden buldum. Yaşamımın en mutlu günü, bugün. Düğündün programında değişen bir şey yok. İşte, oğullarım! İşte, gelinlerim! Düğünümüze devam ediyoruz. Çalsın davullar. Yiyin, için, oynayın, eğlenin. Keyfiniz bol olsun.”.
Düğün, yeniden başlayıp, kırk gün, kırk gece devam etmiş. Yeyip, içip, mutlu olmuşlar.
Bu mutlu sonu anlattıktan sonra babam:
“- Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…” der ve, her masalın sonunda olduğu gibi, eklerdi:
“- Gökten üç elma düşmüş. Biri, masalı anlatana; ikincisi, dinleyenlere; üçüncüsü de, en küçüğümüze.”.
Özellikle, bu son tekerlemeyi, her masal anlatan; hatta, aynı anlatıcı, aynı masalı her anlatışında, farklı ve kendine uygun gelen şekilde söylerdi. Babam da, öyle yapardı. Elmanın yerini, kimi zaman üzüm, kimi zaman armut, kimi zaman da nar alırdı. Biz, o zamanlar, gökten düşenin, gerçekten, elma, üzüm ya da nar olduğunu düşünürdük. Oysa; bunların, anlatılan masallardan herkesin kendi hesabına çıkarması gereken dersler olduğunu, çok sonraları anlayabildik. Ben kendi hesabıma, bu masaldan, cesur ve dürüst olanın, her zaman, kazançlı olacağı dersini çıkarırdım.
Gerçekte, her masalın bir adı olurdu. Ancak; bir kez, amcamdan da dinlediğim, bu masalın bir adının olduğunu anımsamıyorum. Küçüklüklerinde, bu masalı anlatmamı isterken; oğlum Kasım Selçuk ve kızım Burcu:
“- Baba, ‘Dev Elmayı Yemiş’ masalını anlat.” derlerdi.
Bu yüzden; masalın adı, aramızda, “Dev Elmayı Yemiş” olarak geçerdi.
Babamdan masal anlatmasını istediğimiz zaman; anlatmaya, önce, bu masaldan başlardı. Belki de, bu masalı anlatırken, özel bir haz duyardı. Zaten; masallı gecelerin hüküm sürdüğü o zamanlarda, masal anlatıcısı, anlattığı masalı yaşar gibi olurdu. Her anlatıcı, masalını, kendine has ses tonu, anlatma biçemi, el ve yüz hareketleri ile anlatırdı. Bu yüzden; aynı masalı farklı kişilerden dinlemenin zevki de, başka olurdu.
Babam, masal bitmiş olmasına karşın, yerlerimizden kalkmayıp, gözlerinin içine bakmamızdan; bizim söylememize gerek kalmaksızın:
“- Durun çocuklar… Bir soluklanayım; çayımdan da, bir kaç yudum alayım. Sonra devam ederiz” derdi. Babam, böyle söyler söylemez, içimizden biri, fırlayıp, babamın çayını tazelerdi. Onun soluklanmasını ve çayını bitirmesini, çocuk sabırsızlığıyla beklerdik. Sonunda babam, yine aynı tekerlemeyle, ikinci masalına başlardı:
“- Bir varmış, bir yokmuş…”.
Eski zamanların birinde, Ahmet adında bir gençle yaşlı anası yaşarmış. Ahmet, babası o çok küçükken öldüğünden, yetim büyümüş. Anasıyla, babasından kalma, tek katlı, kerpiç evde otururlarmış. Ahmet, çocukluğu boyunca, anasına, babasının sağlığında ne iş yaptığını sorarmış; ancak, doğru dürüst bir yanıt alamazmış. Anası, sanki, babasının ne iş yaptığını oğlunun bilmesini istemez gibiymiş.
Gel zaman, git zaman; oğlan yetişip, boylu poslu, kaytan bıyıklı, yiğit mi yiğit, yakışılı mı yakışıklı bir delikanlı olmuş. Bir kış sonu, bahar temizliği yapılıp, soba ve borularını çatı odasına kaldırmak gerektiğinde; yaşlı anası, oğlundan yardım istemiş. Masal bu ya; Ahmet, o zamana kadar, evin kilitli olan çatı odasına hiç çıkmamışmış. Sobayı alarak, çatı odasına çıktığında, daha önce varlığından haberdar olmadığı, çok güzel bir yay ile meşin bir sadaktaki okları görmüş. Yay ve sadağı alarak, heyacanla, aşağıya, anasının yanına inmiş:
“- Anaaa!… bu ne?! Nereden geldi, bu yay ve oklar? Kimin?” diye sormuş.
Anası, önce, “hık”, “mık” etmiş; söylemek istememiş. Ahmet, öylesine ısrarcı olmuş ki; sonunda dayanamamış:
“- Canım oğlum!.. Sana, bunu şimdiye kadar söylemedim. Zira; rahmetli baban, büyüdüğünde, bu yayı ve okları oğluma sakın gösterme; benim ne iş yaptığımı bilmesin; o, okusun, adam olsun diye vasiyet etmişti. Ama, sen, onları gördün. Babanın vasiyetini tutamadım. Mademki, ısrar ediyorsun; söyleyeyim. Baban, sağlığında, bu yay ve oklarla, avcılık yapardı. Yaz demez, kış demez; sıcakta, soğukta dağlarda dolaşır; avladığı hayvanları getirip kentte satardı. Geçimimizi bu yolla sağlardık. Bir gün, hastalanıp, aramızdan ayrıldı. Senin de, kendi akibetine uğramanı istemedi. Ama, senden ricam, babanın vasiyetini tut. Sakın, o yayla okları, baban gibi kullanma. Bir anı olarak sende kalsınlar.” demiş.
Ahmet, anasına, babasının vasiyetini tutacağına söz vermiş: Gidip, yayı ve okları, odasının duvarına asmış. Asmasına asmış; ama, her gece, uyumadan önce, onlara uzun uzun bakarmış. Bu yüzden de; ok ve yay, uykusunda rüyasına girermiş. Rüyasında; ava gidip, babasının yayıyla, avlanırmış. Hemen, hemen her gece aynı rüyayı görürmüş. Bir gün böyle, beş gün böyle, beş ay böyle; sonunda dayanamamış. Annesinin evde olmadığı bir gün, sadağı boşnuna asıp, yayı eline almış ve dağlara doğru evden uzaklaşmış. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Sonunda, karşısına, çok güzel bir kuş çıkmış. Kuş, kanatlarını açıp, tüylerini kabarttığında, göz kamaştırıcı ışıltılar saçan, rengârenk desenler oluşuyormuş. Uzaktan bakıldığında; olduğu yerde, kuş değil de, envai çeşit çiceklerden oluşan bir demet varmış gibi oluyormuş. Kuşu, hayranlıkla, uzun uzun, seyretmiş. Usulca, bir ok menzili yaklaşıp, yayını germiş. Fırlayan ok, gidip, aniden havalanan kuşun kanatlarından birine çarpmış. Kanadından yaralanan kuş, can havliyle, uzaklaşmaya çalışmışsa da; yapamamış. Düşüp, olduğu yerde kalmış.
Delikanlı gidip, kuşu almış. Kanadındaki oku çıkarıp yarayı, mendilinden yırttığı bir bez parçası ile sarmış. Matarasından avucuna su dökerek, kuşa içirmeye çalışmış. Kuşu, kendi battaniyesi ile sarıp sarmaladıktan sonra da, doğruca, sarayın yolunu tutmuş. Kendi kendine, bu denli güzel ve ender kuşun, kuşlara düşkünlüğünü duyduğu, padişaha lâyık olduğunu; götürüp, ona, hediye etmesinin doğru olacağını düşünmüşmüş. Bu düşünceyle, koşarak, saraya varmış. Kapıda, onu, muhafızlar karşılamış. Onlara; padişahın huzuruna çıkmak istediğini; ona, çok güzel bir kuşu hediye olarak getirdiğini; padişahın bu hediyeden çok hoşlanacağını söylemiş. İçlerinden biri, delikanlıya beklemesini söyleyerek, saray kapısından içeri girerek, kaybolmuş. Ancak; muhafızın padişahın odasının yolu üzerinde yolu, başvezir tarafından kesilmiş. Başvezir, muhafıza, öyle telaşlı telaşlı nereye gittiğini sormuş. Muhafız olanı biteni, başvezire anlatmış. Başvezir, merak etmiş; adamlarına:
“- Getirin bakalım, şu delikanlıyı huzuruma…” diye, emir vermiş.
Sarayın kapısında beklemekte olan delikanlı, başvezirin adamları tarafından alınıp, huzura çıkarılmış. Başvezir, bir delikanlıya bakmış; bir de, elindeki, görülmemiş güzellikteki kuşa. Bir süre, delikanlıyı, gözleriyle süzdükten sonra:
“- Bu kuşu sen mi yakaladın?” diye sormuş.
“- Evet, Devletlüm.” yanıtını alınca da, tok ve emredici bir sesle:
“- Sen, ona bana ver… Padişaha, ben götürürüm.” demiş. Başvezirin amacı, böylesine güzel ve ender kuşu kendisi hediye ederek, Padişahın gözüne girmekmiş.
Olacakları anlayan delikanlı, kararlı bir sesle:
“- Olmaz Devletlüm!” demiş. Kuşu, elinden kapacaklarmış da koruması gerekli imiş gibi, arkasına saklamaya çalışırken, “- Ben, kendim götürmek ve bizzat, padişah hazretlerine sunmak isterim.” diye de eklemiş.
Aldığı yanıta Başvezir çok sinirlenmiş. Sinirden kaşları çatılmış. Tam, ağzını açmış, adamlarına, “- Alın şu kuşu, bu serserinin elinden.” diye emir verecekmişti ki; rastlantı bu ya, Padişah da oradan geçmekte imiş. Konuşmalara kulak misafiri olmuş. Hemen, adamlarına dönerek:
“- Getirin şu delikanlıyı yanıma!” diye emir vermiş.
Delikanlı da, padişahı görmüş. Elinde kuş, ona koşmuş. Padişahın adamları da, peşinden… Huzura vardıklarında, Padişah, yerlere kadar eğilen delikanlıya ne olduğunu sormuş. Delikanlı, olanı biteni, padişaha, tek tek, anlatmış. Sonra da:
“- Haşmetlüm…” demiş; “- Bu güzel kuşu kabul buyurmanız, bu nâçiz kulunuzu mutlu edecektir. Böylesine güzel ve ender bulunan kuş, ancak size lâyıktır.”.
Padişah, delikanlının elindeki kuşa bakmış. Kuş çok hoşuna gitmiş. Hemen, adamlarına emir vererek, bir kafes bulmalarını istemiş. Biraz sonra, padişahın adamları, ellerinde altın bir kafesle koşarak gelmişler. Padişah, kuşu, kafese özenle koyarak, odasına götürülmesini istemiş. Sonra da; oğlana bir oda hazırlanmasını; istediği kadar konuk edilmesini ve her isteğinin, derhal, yerine getirilmesini emretmiş.
Oğlan, kendisine hazırlanan odada, yediği önünde, yemediği ardında, keyf çatadursun; Başvezir de, boş durmazmış. Delikanlının, kuşu kendisine vermemesine çok bozulmuş; kuyusunu kazmak için planlar yapmakla uğraşıyormuş. Birkaç gün sonra, izin isteyip Padişahın huzuruna çıkmış:
“- Sultanım…” demiş; “- Sonunda buldum…” diye de eklemiş.
Padişah:
“- Neyi buldun, Başvezir?” diyerek, rahatsız edilmekten mutsuz; ancak, meraklı gözlerle, ona bakmış.
Kollarını kavuşturmuş; başı da hafifçe eğik vaziyette ayakta duran Başvezir:
“- Hani Sultanım, şu komşu padişah varya, kızını vermeyen! Ona, bu delikanlıyı gönderelim. Siz de gördünüz yakaladığı kuşu. Hiçbir avcı, şimdiye kadar bu denli güzellikte bir kuş yakalayabilmiş değil. Bu kuşu yakalamayı beceren, komşu padişahın sınavlarını bir bir geçmeyi de becerir.” diye, sinsi sinsi, konuşmuş.
Meğer, o ülkeye komşu ülkenin padişahının dillere destan güzellikte bir kızı varmış. Delikanlının ülkesinin padişahı da, düzülen övgüleri duymuş; kızın yüzünü dahi görmeden sevdalanmışmış. Ancak, komşu ülkenin padişahından kızını almak, o kadar da kolay değilmiş. Padişah, her gelen istekliyi kimi sınavlara tabi tutarmış. Lâkin, sınavlar o denli zormuş ki; şimdiye kadar, yarışmacılardan hiçbiri, ilk sınavı dahi başaramamış. Dahası, sınava girmek isteyenlere, bir de şart koşarmış. Dermiş ki:
“- Eğer, sınavda başarısız olursanız, ömrünüzün sonuna kadar, burada, bana hizmette kalacaksınız. Sınav yapılmayı kabul edecekseniz; bunu bilerek kabul edin. Yoksa, geldiğiniz yere geri dönün.”.
Padişahın, güzeller güzeli prensesi istetmek için, gönderdiği heyetten de, bugüne kadar, bir haber çıkmamışmış.
Başvezirin söyledikleri, umutsuz bir sevdanın pençesindeki padişahın hoşuna gitmiş. “- Sahi ya… Komşu padişahın sınavlarını başarırsa, bu delikanlı başarır. Bir de, onu göndermekte yarar var.” diye düşünmüş. Hemen, delikanlının, yanına getirilmesi için, adamlarına emir vermiş. Çok gecikmeden, delikanlıyı, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişah, böyle aceleyle huzura çıkarılmasından kaygılı, delikanlıya, niçin çağırtığını, anlattıktan sonra:
“- Delikanlı iyi bak!.. Ya, istediğimi getirirsin, ya da cezalardan ceza beğenirsin…” diye de, hükümdarlara özgü ciddi ve tok bir sesle, hatırlatma yapmış. Komşu ülke padişahına armağan olarak sunulmak üzere bir elmas yüzükle, başka armağanlar da alması için bir miktar altın parayı, oğlana vermiş.
Saraydan, pılını pırtısını toplayarak, ayrılan delikanlı, kös kös, evine dönmüş. Kaç gündür kendisinden haber alamayan yaşlı anası da, meraktan, kapının eşiğinde oturmuş, gözleri yaşlı, onu beklermiş. Koşarak, oğlunun boynuna sarılmış. Bir yandan da; yanaklarından, gözlerinden öptükten sonra, iki avcunun içine alıp sevgiyle yüzünü sıvazladığı, oğlunu:
“- Aaa!.. Benim, canımın içi, gözümün nuru, gönlümün tahtı oğlum Gözlerim yolda kaldı. Meraktan öldüm, bittim. Yüreğimin yağı eridi, endişeden. Nerelerdeydin?” diye, birbiri arkasına dizdiği cümlelerle, soru yağmuruna tutarmış.
Anasının elinden tutup, birlikte, eşiğe oturan delikanlı, başından geçenleri, bir bir, anlatmış. Gözleri yaşlı kadın:
“- Ah!.. Benim, söz dinlemez oğlum. Ben, sana, babanın vasiyetini söylemedim mi? Ne demelere, elinde ok-yay, dağ bayır dolaşırsın? Hadi dolaştın; ne demelere, yakaladığın kuşu, padişaha armağan vermeye kalkarsın? Sana mı düştü, padişaha armağan vermek?! Bütün bunlar, o fitne vicir başvezirin başının altından kalkmış olmalı. Bu ülkede yaşayan herkes, onun, nemenem kıskanç ve dolapçı olduğunu bilir. Kuşu ona vermedin diye, kesin, seni, padişaha fişiklemiştir. Gördün mü başımıza gelenleri? Aaa!.. Benim, biricik oğlum… Canımın can hanesi; gönlümün meyhanesi oğlum… Ben şimdi ne yaparım? Nerelere giderim? Kime ne derdimi anlatırım? Anlatsam, kim benim gibi garip kadını dinler?” diye, iki dizine elleriyle vura vura dövünmeye başlamış. Bir yandan da; iki gözü iki çeşme ağlarmış.
Kendinden çok anasının kaygılandığını gören delikanlı, kollarından tutup anasını sakinleştirmeye çalışmış:
“- Anaa!.. Anaaa!.. Canım anammm!.. Kendini boşuna helak etme. Çaresi yok, gideceğim. Emir büyük yerden. Gitmezsem, padişahın bana da, sana da bir kötülüğü dokunur. Sen üzülme. Ben, bir yolunu bulur, bu beladan kurtulurum. Seni, evlatsız koymam.”.
Neden sonra sakinleşip kendine gelen yaşlı kadın, bütün gece, çalışıp, oğluna yolluk hazırlamış. Sabah olup gün ışıdığında da, yatağında mışıl mışıl uyumakta olan oğlunu, ana sevecenliğiyle, öperek uyandırmış. Odun ateşinde pişirdiği, buharı tüten tarhana çorbasından içirmiş. Ayrılma saati geldiğinde, geceden hazırladığı yolluk çıkınını, oğlunun eline tutuşturmuş. Boyuna sarılıp, yanaklarına sımsıcak öpücükler kondurmuş. Öpücükler kondurmakla kalmayıp, kendisine iyi bakması için, sıkı sıkı, tembihlemiş. Delikanlı da, anasının elini öpmüş; çıkınını alarak, komşu ülkeye doğru, kıvrılarak uzaklarda kaybolan, yola koyulmuş. Gözleri yaşlı kadın, bir bakır helke suyu, oğlunu kendisine tez ve sağ salim göndermesi için Ulu Tanrı’ya yaptığı dualarla, delikanlının arkasından dökmüş. Oğlu gözden kayboluncaya kadar da, gözlerini öylece dikip, onu izlemiş.
Anasından, üzgün ve ne yapacağını bilmez vaziyette ayrılan delikanlı, bir omuzunda yolluk çıkını; diğerinde, meşin sadağı; elinde de, babasının yayı, yürürmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş. Sonunda; türlü çeşitli kır çiçeklerinin süslediği bir yeşillikte; bir ayağında değirmen taşı bağlı birine rastlamış. Adam, elindeki kızılcık dalıyla, önüne kattığı, tavşanları güdermiş. Yanına yaklaşıp, yorgun bir sesle:
“- Merhabaaa!.. Tavşangüden.” demiş.
Adam, ayağındaki değirmen taşıyla bir sıçrayışta altmış arşın mesafe alıp, sürüden ayrılan tavşanları yeniden sürüye katarken, delikanlıya seslenmiş:
“- Merhabaaa!.. Avcıoğlu Ahmet.”.
Kendisine adı ve babasının mesleği ile seslenildiğini duyan delikanlı, biraz şaşkınlık, biraz da hayretle:
“- Sen benim, Avcıoğlu Ahmet olduğumu nereden bildiniz?” diye sormuş.
Adam:
“- Bilmez miyim?! Senin baban, dağ bayır gezmekten yorulup, eli boş eve dönerken, bana çaktırmadan, tavşanlarımdan birkaçını avlardı. Ben bilirdim de, ses çıkarmazdım. O da, çıkınını açar, ananın yaptığı çok lezzetli çörekleri benimle paylaşır; hoş-beş ederdik. Severdim, rahmetliyi.” demiş ve başını iki yana sallayarak, “- Ne güzel zamanlardı, o zamanlar.” diye de iç geçirmiş.
Babasını tanıyan birine rastlamış olmaktan mutlu olan delikanlı da, anasının hazırladığı çıkını açarak, çıkardığı çöreklerden, Tavşangüden’e uzatarak:
“- Kısmetiniz varmış. Anam, yola çıkarken o çöreklerden bana da hazırladıydı. Gel, birlikte yiyelim.” demiş. Sonra da, şırıl şırıl suların aktığı, derenin kıyısına oturup, yemeye başlamışlar. Bir yandan yemek yerken; bir yandan da, adam, delikanlıya sorarmış:
“- Eeee! Söyle bakalım. Seni buraya hangi rüzgâr attı? Nereden gelir, nereye gidersin? Görürüm ki; yayın, babanın yayı; meşin sadağın da, onunkisi. Umarım, baban gibi, tavşanlarımı avlamak niyetinde değilsindir?”.
“- Hayır… Böyle bir niyetim yok.” demiş, gülerek, delikanlı. Sonra da, başından geçenleri, bir bir, Tavşangüden’e anlatmış. Oğlanı, dikkatlice dinleyen Tavşangüden:
“- Sen, bana, babanın yadigârısın. Seni, nasıl bir tehlikenin beklediğini; bu tehlikelerle başa çıkıp çıkamayacağını bilmeden; böyle, tek başına bırakamam. İzin verirsen, seninle birlikte gelmek isterim.” demiş. Böyle bir öneriyi beklemeyen delikanlı, sevinçle, Tavşangüden’in boynuna atılarak:
“- Tabii ki, isterim. Varlığınız, bana mutluluk verir.” demiş.
Tavşangüden, tavşanlarını, güvenli bir yere bırakarak, oğlanın yanına gelmiş. Birlikte yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Sonunda, ıssız bir yerde, yalnız bir adama rastlamışlar. Adam, başı ve elleri yerde, ayakları havada, yeri dinlermiş. Yanına yaklaştıklarında, delikanlı:
“- Merhabaaa! Yerdinleyen.” diye seslenmiş. Adam, durumunu bozmadan; ancak, babacan bir tavırla:
“- Merhabaaa! Avcıoğlu Ahmet.” demiş. Kendisine, adıyla ve babasının mesleğiyle seslenilmesine, bir kez daha, hayret ederek, sormuş:
“- Benim, Avcıoğlu Ahmet olduğumu nereden bildiniz?”.
“- Bilmez miyim?” diye yanıt vermiş, adam. “- Senin baban, avlanırken, yanıma gelir. Benimle sohbet ederdi. Hatta; bir geyik sürüsünün buraya yaklaşıp yaklaşmadığını, yeri dinleyerek, kendisine söylememi, benden, isterdi.” diyerek, açıklama yaptıktan sonra da:
“- Ya, sen nereden gelir, hereye gidersin?” diye de sormuş.
Oğlan, başından geçenleri, tüm ayrıntılarıyla, Yerdinleyen’e de anlatmış. Oğlanı, pür dikkat dinleyen, Yerdinleyen de, tıpkı, Tavşangüden gibi:
“- Sen, babanın, bana da, yadigârısın. Seni, nasıl bir tehlikenin beklediğini; bu tehlikelerle başa çıkıp çıkamayacağını bilmeden; böyle, gönderemem. Olabilecek tehlikelerden korumak için, izin verirsen, sizinle birlikte gelmek isterim.” demiş.
Öneriyi, ilkinde olduğu gibi, sevinçle karşılayan delikanlı, ona da gelmesini söylemiş. Sonra da, üçü birlikte, yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Sonunda; bir çağlayanın altında, ağzı yukarıya doğru açık şekilde, oturmuş bir adama rastlamışlar. Adam, çağlayandan akan suyu, durmaksızın yutarmış. Öyleki; bir damla su bile boşa akmazmış. Adama on arşın kadar yaklaştıklarında, delikanlı:
“- Merhabaaa!.. Nehiryutan.” diye seslenmiş.
Adam, nereden geldiğini anlamak için, başınını, sesin geldiği yöne çevirmiş. Çevirmesiyle de, nehrin suları, aşağıya doğru, olanca hızıyla, akmaya başlamış. Sonra da, sıçrayan sulardan sırılsıklam olan, delikanlı ile arkadaşlarının yanına gelerek:
“- Merhabaaa!.. Avcıoğlu Ahmet.” demiş.
Oğlan ona da:
“- Benim Avcıoğlu Ahmet olduğunu nereden bildiniz?” diye sormuş.
Adam da, ona:
“- Bilmez miyim?” diye yanıt vermiş ve eklemiş; “- Senin baban, avlanırken, yanıma gelir. O gün işler ters gitmiş, av yapamamışsa; yuttuğum sulardan etrafa sıçrayan balıkları toplar evine götürürdü. Bu arada, ben nehri yutmaya devam ederken, bana, ülkede, son günlerde, olanı biteni anlatırdı. Aramızda çok güzel bir dostluk oluşmuştu.”. Sonra da, nereden gelip, nereye gittiklerini sormuş. Oğlan, Nehiryutan’a da, başından geçenleri anlatıp; komşu ülkenin padişahına, kızını, kendi ülkesinin padişahına istemeye gittiklerini söylemiş.
Nehiryutan da, oğlanı dinledikten sonra:
“- Sen, babanın, bana da, yadigârısın. Seni, böyle, gönderemem. O ülke padişahının ne kadar ters biri olduğunu duymuştum. O padişahtan sana gelebilecek kötülükleri engellemek için, izin verirsen, sizinle birlikte gelmek isterim.” demiş.
Delikanlı, ona da, gelebileceğini söyleyerek; dördü birlikte, yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Dağlık bir yöreden geçiyorlarmıştı ki; üzerinde bulundukları dağın, beşik gibi, sallandığını hissetmişler. Önce, zelzele olduğunu sanmışlar. Sonra, bakmışlar ki; bir adam, aşağıda, bağdaş kurmuş oturmuş; dağı kucağına almış, bir o yana bir bu yana sallıyor. Oğlan:
“- Merhabaaa!.. Dağsallayannn!..” diye, yukarıdan aşağıya doğru bağırmış.
Dağı sallamayı bırakan adam, aşağıdan yukarıya:
“- Merhabaaa!.. Avcıoğlu Ahmet.” diye seslenmiş.
Oğlan da, öncekilere sorduğu gibi:
“- Benim Avcıoğlu Ahmet olduğunu nereden bildiniz?” diye, ona da sormuş.
Adam da, delikanlıya:
“- Bilmez miyim?” diye yanıt vermiş ve eklemiş:“- Senin baban, üçbeş günde bir, buralara gelir. Benim, dağlarımda avlanırdı. Ben, görürdüm; ama, görmezlikten gelirdim. Baban, iyi ve hoşsohbet biriydi. Şakacıydı da. Ben dağlarımı sallarken, benimle sohbet eder; yaptığı şakalarla, beni güldürürdü. Bir süreliğine, yalnızlığımı unutur, mutlu olurdum.”.
Bunu söyledikten sonra da, onların nereden gelip nereye gittiklerini sorup¸ delikanlının anlatttıklarını, can kulağıyla, dinleyen adam:
“- Sen, babanın, diğerlerine olduğu gibi, bana da, yadigârısın. Senin, bensiz, o ülkeye gitmene gönlüm razı olmaz. O ülke padişahının ne kadar ters biri olduğunu, ben de, duydum. O padişahtan sana gelebilecek kötülükleri karşı, benim de bir yararım dokunabilir. İzin verirsen, ben de, sizinle birlikte gelmek isterim.”.
Böylece, beş kişi olmuşlar. Hep birlikte, yağmur, yaş: soğuk, sıcak demeden, yol almışlar. Çok sıcak bir gün, bir su birikintisinin yanından geçerken; delikanın kulağına, derinden derine, yardım isteyen bir ses gelmiş. Sesin geldiği yöne bakmış; birşey görememiş. Ama, ses, devam ediyormuş. Eğilip, baktığında; bir kanatlı karıncanın, su birikintisine düşmüş, çırpınmakta olduğunu görmüş. Hemen, yerden bir çöp parçası alıp, karıncaya uzatmış. Sonra da; çöp parçasına tutunan karıncayı tutup, sudan çıkarmış. Ayakları yere basan karınca, dile gelmiş:
“- Ey!.. İnsanoğlu. Sen yardıma gelmeseydin, ben boğulmuş olacaktım. Bu sıcak yaz gününde susuzluğumu gidermek için şu birikintiden su içmek istedim. Ancak, ayağım kaydı; suya düştüm. Yüzme bilmediğimden de boğulmak üzereydim. Tanrı karşıma seni çıkardı da kurtuldum. Bana hayatımı bağışladın. Sana borçlandım. Ben de sana bir iyilik yapmak; borcumu ödemek isterim. Al şu kanatlarımı, sakla. Başın sıkıştığında, ikisini birbirine sürt. Ben yardıma gelirim.”.
Karıncaya gülümsemeyle bakan Ahmet, “- Bir karıncanın bana ne gibi yardımı olabilir ki?” diye, belli etmeden, kendi kendine söylenmiş. Ama, karıncanın gönlünü kıracağını düşünerek de; kanatları alıp, bir kağıdın arasına güzelce yerleştirdikten sonra, cüzdanına koymuş.
Tavşangüden, Yerdinleyen, Nehiryutan, Dağsallayan ve koynunda karınca kanatları ile Ahmet, yeniden yola koyulmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe, düz gitmişler; altı ay, bir güz gitmişler. Sonunda; kan revan içinde, komşu ülkenin payitahtına varmışlar. Varır varmaz da, yorgunluklarını atmak; dinlenip, üstlerine başlarını çekidüzen vermek için, bir hana yerleşmişler. Diğerleri dinlenedursun, delikanlı, hancı ile ahbaplık kurup, o ülkenin padişahının neyi sevip, neyi sevmediği; huyunun suyunun nemenem olduğu ve sarayı hakkında bilgi edinmeye çalışmış. Ertesi günü; arkadaşlarıyla çarşı pazar gezerek, hancının vermiş olduğu bilgiler ışığında, padişaha sevdiği armağanları almışlar ve sarayın yolunu tutmuşlar.
Sarayın dış kapısında, onları, son derece gösterişli giysi ve silahları ile muhafızlar karşılamış ve nereye gittiklerini sormuş. Muhafızlara, komşu ülkeden gelen elçiler olduklarını; padişahlarına, kendi padişahlarının gönderdiği, armağanları getirdiklerini söylemişler. Saraya haberci gönderilmiş. Armağanları duyan Padişah, pek memnun olmuş; elçilerin, hemen, huzuruna çıkarılmasını emretmiş.
Huzura çıkan delikanlı ve arkadaşları, padişahı, eğilerek selamlayıp, gösterilen yerlere oturmuşlar. Armağanları, sarayın adamları tarafından, altın bir tepsi içinde, getirilip, Padişaha sunulmuş. Armağanlara ve, kadife kumaşlar içinde ışıl ışıl parlayan, elmas yüzüğe gözucuyla bakan Padişah, memnuniyetini belirtip; komşu ülkenin padişahının cömertliğinden, övgüyle söz etmiş. Hoşbeşten sonra, konu, bir isteklerinin olup olmadığına gelmiş. Delikanlı, nezaketle yerinden kalkıp:
“- Haşmetlüm…” demiş ve eklemiş; “- Padişahımız Hazretleri, sizin, güzeller güzeli, ay parçası kızınızın methini duymuş. Görmeden kendisine sevdalanmış. Esasen gönlünün sultanı olan kızınızı, Allah’ın izni, Peygamber’in kavli ile, sarayının ve ülkesinin de sultanı yaparak, zat-ı şahanelerinizle akraba olmak isterler. Yüksek müsaadelerinizi arz için, bizi aracı kıldılar.”.
Delikanlı, devam edip, padişahının ne denli güçlü bir hükümdar olduğundan; ülkesinin zenginliği ile tebasının uygarlığından söz edecek olmuş. Padişah, bir el hareketiyle, onu, susturmuş.
“- Biliyorum, delikanlı. Yorulmana gerek yok. Padişahınız ve ülkeniz hakkında, adamlarımdan çok şeyler işittim. Sorun, o değil. Benim bir koşulum var. Kızımı isteyecek olanların, üç sınavdan geçmeleri ve sınavların birini bile kazanamadıkları takdirde yaşamları boyunca bana hizmet etmeyi kabul etmeleri gerekiyor. Şimdiye kadar, ilk sınavı dahi kazanan olmadı. Biraz önce, arkanızdan gelip, armağanlarınızı taşıyan adamlarım, işte o sınavı kazanamayanlardan yalnızca birkaçı. Eğer, siz, bu üç sınavı da kazanırsanız, kızımın padişahınızla evlenmesine izin veririm. Yoksa; onlar gibi, hizmetkârlarım olursunuz.” demiş. “- Kabul mü?” diye de sormuş.
Ahmet, sıkıntılı bir biçimde, arkadaşlarına bakmış. Gözleriyle, kabul etmesini işaret ettiklerini görünce, ayağa kalkıp, Padişahın önünde nezaketle eğilerek:
“- Madem öyle istiyorsunuz Haşmetlüm. Biz de, kabul ediyoruz.” diye yanıt vermiş.
Yanıtı alan Padişah, başaramıyacaklarından emin bir yüz ifadesiyle:
“- Adamlarım, size, sınavlar hakkında bilgi verecek ve sınav yerini gösterecek. Şimdi çıkabilirsiniz.” diyerek, eliyle, kapıyı göstermiş.
Dışarıda Ahmet ve arkadaşlarını, Padişahın adamları beklemekteymiş. Adamlar, onları, kuş sütünün dahi eksik olmadığı, mükellef bir sofra kurulu bir odaya götürüp; akşama kadar, orada, keyiflerine bakmalarını söylemişler. Akşam, nasıl bir sınavla karşılaşacaklarından kaygılı oğlanın iştahı yokmuş; ama, diğerlerinin keyfi yerindeymiş. Güle oynaya, sofradakileri atıştırmakta imişler. Arada sırada, delikanlıya dönüp, tasa etmemesini, yiyip, içip keyfine bakmasını söylüyorlarmış; ama, o, oralı olmuyor; eli çenesinde, odanın içinde, bir o yana, bir bu yana giderek, düşünceli düşünceli dolaşıyormuş. Sonunda, akşam olmuş. Padişahın adamları gelip, onları, bizim köyün camisinden büyük bir odaya götürmüşler. Odanın ortasında, pirinç ve mercimek karışımı, dağ gibi bir yığın varmış. Adamlar:
“- Hadi bakalım!.. Yığındaki pirinçleri bir yana, mercimekleri öteki yana ayırın da görelim?!” deyip; yüzlerinde alaycı bir gülümsemeyle, kapıyı kapatmış ve gitmişler.
Adamların ardından, kapalı kapıya bakakalan delikanlı ve arkadaşları, neden sonra, kendilerine gelip, bir kenara çömelmişler. Herbiri, elini çenesine koyup; bu işi nasıl başaracaklarını düşünmeye başlamışlar. Arada bir de, ayağa kalkıp, oflayıp puflayarak, bir o yana, bir bu yana gidip geliyorlarmış. Oturup, taneleri birbirinden ayıracak olmuşlar; ancak, saatler geçtiği halde, herbiri bir iki avuçtan fazlasını yapamamış. Vâkit de epeyce ilerlemişmiş. Çaresizlikten kıvranırken; delikanlı, bir köşede, birkaç karıncanın, tanelerden alıp, yuvalarına götürdüklerini görmüş. Kimi pirinç, kimi de mercimek tanesini taşıyormuş. Aklına, su birikintisinden kurtardığı karıncanın vermiş olduğu kanatlar gelmiş. “- Belki bir yardımı olur.” düşüncesiyle, koynundan çıkarıp, birbirine sürtmüş. O anda, delikanlı ve arkadaşlarının şaşkın bakışları altında, yerde, bir karınca belirmiş. Bu, su birikintisinden kurtardığı karınca imiş. Meğer, o karınca, tüm karıncaların padişahı imiş. Karınca, hâlâ şaşkınlığı üzerinde olan, delikanlıya seslenmiş:
“- Ey!.. İnsanoğlu. Dile benden ne dilersen… Dileğin, hemen, yerine getirilecektir.” demiş.
Ahmet:
“- Padişah, bizden, şu gördüğün yığındaki prinçlerle mercimekleri, sabaha kadar birbirinden ayırmamızı istedi. Ayıramazsak, bizi, kendisine, hizmetkâr yapacak. Şu saat oldu, ancak ikişer avuç ayırabildik. Bize, yardım edebilir misiniz?” diye, dileğini söylemiş.
Delikanlının dileğini öğrenen karınca, bir an kaybolmuş. Geri döndüğünde, odayı, milyonlarca karınca doldurmuş. Karıncaların yarısı kırmızı, yarısı da siyahmış. Kırmızı karıncalar, pirinçleri; siyahlar da, mercimekleri alıp, ayrı taraflara koyuyorlarmış. Sabaha kalmadan, pirinçler ayrı, mercimekler ayrı yığın oluşturacak şekilde ayrılmış. Sabah olup, Padişahın adamları odaya girdiklerinde, gözleri faldaşı gibi açılmış. İçlerinden biri:
“- Olamaz!.. Şimdiye kadar kimse, bu sınavda başarılı olamamıştı… Siz nasıl yaptınız?” diye, hayretini gizlemeksizin, bağırmış ve, doğruca, Padişahın odasına giderek, haberi vermiş. Padişah da koşarak gelmiş. Pirinç ve mercimeklerin, odanın içinde, ayrı yığınlarda olduğunu görünce, gözlerine inanamamış. Ama; sonucu, kabul etmek zorunda kalmış. Soğuk bir ifadeyle:
“- Tamam, başardınız. Şimdi, ikinci sınava hazırlanın.” diyerek, odadan çıkmış.
Padişahın adamları, Ahmet’le arkadaşlarını alıp, ilki kadar donanımlı başka bir odaya götürüp, sabaha kadar dinlenmelerini; sabah olunca, ikinci sınava gireceklerini söylemişler. Delikanlı, bu kez, ilki kadar neş’esiz değilmiş. Başaracaklarına, o da, inanmaya başlamışmış. Diğerleriyle, gülüp oynayarak, sofradakileri bir güzel silip süpürmüş. Sonra da, yatıp uyumuş. Gün ışıdığında, Padişahın adamları, kapıda belirmişler. Birlikte, dev bir tuğla yapının yanına varmışlar. Yapının tepesindeki bacadan, kapkara bir duman gökyüzüne doğru yükselmekte imiş. Gerçekte dev bir fırın olan yapının, iki insan boyu, kapısı açıldığında, içerden dışarıya doğru, cehennem ateşi gibi bir sıcaklık fışkırmış. Ahmet ve arkadaşları birbirine bakmışlar. Hiçbiri, birşey anlayamamış. Onların, ne olduğunu anlamak için, şaşkın şaşkın, birbirlerine baktığını gören adamlar:
“- Haydi bakalım. Şimdi ne yapacağınızı göreceğiz. Ateş, sizi bekliyor.” deyip, kahkahalarla, delikanlı ve arkadaşlarını, ateşin ortasına itmişler. Arkalarından da kapıyı kapatıp, sıkıca kilitlemişler. Ertesi sabaha kadar da açmamışlar. Sabah olunca; içerdekilerin odunlarla birlikte yanıp kül olduklarını düşünen padişahın adamları, külleri temizlemek için gelip, kapıyı açtıklarında, bir de ne görsünler: O dağ gibi ateşin yerinde, küçük bir göl; gölün etrafında, karpuz tarlası; tarlada da, iri iri karpuzlar varmış. Delikanlı ve arkadaşları da, bağdaş kurup oturmuş; kan kırmızı karpuzlardan kesip, afiyetle, yemekte imişler. Meğer, adamlar onları kapıdan içeriye ittiklerinde; masal bu ya, Nehiryutan, yuttuğu suları ağzından geri fışkırtarak, ateşi söndürmüşmüş. Ateş sönünce, yerinde, küçük bir göl oluşmuş; gölün etrafında da, karpuzlar yetişerek, yenecek olgunluğa erişmişmiş.
Gördükleri karşısında hayretlerini gizlemeden aptal aptal bakakalan adamlardan biri, kendine gelip; doğruca, saraya, Padişahın odasına koşmuş ve durumu anlatmış. Padişah, bu kez, ilkinden de telaşlı, kaftanının etekleri yerlerde seğirterek gelmiş. Gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlamak için, iki eliyle gözlerini oğuşturmuş. Bakmış. Bir daha oğuşturmuş. Yine, bakmış. Sonunda; delikanlı ve arkadaşlarının, bu ikinci sınavda da, başarılı olduklarını kabul etmek zorunda kalmış.
“- Bu sınavı da kazandınız.” demiş, sinirinden kanı tepesine sıçrayan, Padişah; “- Şimdi son sınava hazır olun. Göreceksiniz… Bu, diğerlerinde kat be kat zor. Kesinlikle başaramayacaksınız.” diye sesini yükselterek de onların morallerini bozmaya çalışmış. Sınavın yönetimini, bu kez, adamlarına bırakmamış. Ahmet ve arkadaşlarına:
“- Beni iyi dinleyin!.. Kâf dağının tepesinde, buradan atla altı saatlik mesafede, bir elma ağacı var. Bu ağacın meyvalarının bir özelliği var. Hepsi altından. Benim en iyi binicilerimden biri, en iyi atlarımdan birine binecek. Aranızdan biri, onunla yaya olarak yarışacak. Eğer, benim atlımdan önce, bana o altın elmalardan birini sizin arkadaşınız getirirse, kızımı alıp padişahınıza götüreceksiniz. Değilse, ne olacağını biliyorsunuz. Ancak; benim, adamım, sizin arkadaşınızdan, bir saat önce yola çıkacak. Yarışma da, koşulları da, bunlar…” diyerek, bu sınavı kazanamayacaklarından emin bir şekilde, sarayına doğru uzaklaşmış.
Padişahın, atlarının en güçlüsü ve hızlı koşanı, getirilmiş. Sarayın en iyi binicisi de, koşumları göz kamaştıran bu ata binip, kâf dağına doğru dörtnala uzaklaşmış. O uzaklaşa dursun; öte yanda da, Tavşangüden hazırlanmaktaymış. Tavşangüden, bir saatin dolmasını bekleyip; değirmen taşının bağlarını, bir kez daha, kontrol ettikten sonra, yerinden fırlamış. O kadar hızlı gidiyormuş ki; atıyla kendisinden bir saat önce hareket eden, Padişahın adamını on dakika sonra geride bırakmış. Bir saate kalmadan da, elma ağacına ulaşmış. Atlının ağaca ulaşmasına, daha, dört saat varmış. “- Çok yoruldum. Şuraya, biraz uzanayım. O gelmeden, kalkar; elmayı alır giderim.” diye düşünüp, ağacın gölgesine uzanmış. Öylesine ağacın yapraklarına bakarken, uyuyakalmış. Tavşangüden’in uykusu, ağırmış. Horlaya horlaya uyuyormuş. Aradan dört saat geçmiş. Padişahın adamı, ağaca varıp, elmalardan birini alarak, dörtnala geri dönmüş.
O, orada, uyuya dursun. Sarayın avlusunda, Tavşangüden’in o saate kadar gelmesi gerektiğini düşünen delikanlı ve arkadaşları telaşlanmaya başlamış. Yerdinleyen, hemen, başını yere koyup, Tavşangüden’le atlının nerede olduklarını anlamaya çalışmış. Yeri bir süre dinledikten sonra, telaşla ayağa kalkıp:
“- Haber kötü… Tavşangüden, ağacın altında uyuyup kalmış. Atlı ise, elmayı almış, dörtnala buraya geliyor. İki saate kalmaz, burada olur.” demiş.
Yerinden fırlayan Dağsallayan, oğlandan, okuyla yayını istemiş. Yaya bir ok koyarak gerdirmiş. Sonra da, oku, Kâf dağına doğru fırlatmış. Ok, vınlayarak gitmiş, gitmiş, Tavşangüden’in altında uyuduğu ağacın gövdesine; tam başının üzerine saplanmış. Öyle bir ses çıkmış ki, Tavşangüden’i derin uykusundan uyandırmış. Yerinden fırlayan Tavşangüden, yerdeki at izlerini görüp, padişahın atlısının elmayı alıp döndüğünü anlamış. Fırlar fırlamaz da, ağaçtan bir elma alarak, saraya doğru koşmuş.
“- Tamam…” demiş, Yerdinleyen; başını yerden kaldırarak, “- Elmayı aldı geliyor. Bir saate kalmaz, burada olur.”. Gerçekten de, bir saatten önce, Tavşangüden, bir elinde altın elma, çıkagelmiş. Padişahın atlısı ise, ortalarda yokmuş.
“- Onu yolda geçtim…” demiş, Tavşangüden, “- Bir saatten önce gelemez.”.
O sırada, Padişah da, sarayından çıkmış, oraya doğru gelmekte imiş. Götürüp, elmayı, doğruca, ona vermişler. Elmayı gören Padişah, gerçeği kabul etmek zorunda kalmış.
“- Çocuklar…” demiş, sevecen bir yüz ifadesiyle, “- Ben, diğerleri gibi sizin de, ilk sınavda, döküleceğinizi düşünüyordum; ama, siz başardınız. Mademki, başardınız; benim de, sözüm söz. Kızımın, padişahınızla, evlenmesini kabul ediyorum. Ancak, kızımı göndermeden önce, canımın can hanesine, kendi sarayımda, kendi ellerimle bir düğün yapmak isterim. Ondan sonra, gidebilirsiniz.” diye de eklemiş.
Ahmet ve arkadaşları, Padişahın, bu isteğini memnuniyetle kabul etmiş. Ülkenin her yanına ve komşu ülkelere davetiyeler çıkarılmış. Yemekler, tatlılar hazırlanmış. Gelen konuklar, davullarla zurnalarla, karşılanarak, konaklara yerleştirilmiş. Eğlenceler, oyunlar düzenlenmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapılarak; yenilmiş, içilmiş…
Kırk günün sonunda; Padişahın biricik ve güzeller güzeli kızı, envayi çeşit çiçeklerle süslenen gelin arabasına bindirilerek; önde araba, arkada gelin alayı, delikanlının ülkesine gönderilmiş. Ahmet, yolda, arkadaşlarını, sırasıyla, eski yerlerinde bırakarak payitahta yaklaşmış. Meğer, bu arada, Padişaha da haber ulaştırılmışmış. Padişah da, bir başka alayla, müstakbel eşini karşılamaya çıkmışmış. Payitahtın dışında karşılaşan iki alay, birlikte, cümbür cemaat, davul zurna ile, saraya varmışlar.
Saraya vardıklarında; Padişah, oğlanı yanına çağırmış ve ona:
“- Bundan sonra, başvezirim sensin. O beceriksiz başveziri azlediyorum. Ayrıca; bu arada, seni gören biricik kızım da bana gelip, seni çok beğendiğini; istersen, seninle evlenebileceğini söyledi. Ben, senin gibi bir yiğidin onu mutlu edeceğinden eminim. Sen de kabul edersen, iki düğünü bir arada yaparız. Benim damadım olursun.” demiş. Oğlan da, saraya ilk gelişinde görüp beğendiği padişahın kızına gönlünü, ta! o zaman, vermişmiş. Padişahın önerisini duraksamadan, memnuniyetle kabul etmiş. Oğlanın yanıtını alan Padişah da, adamlarına emirler vererek, düğün hazırlıklarının başlatılmasını istemiş.
Ahmet, bir ata atlayıp, doğruca anasına koşmuş. Merak ve korku içerisinde iki gözü iki çeşme, oğlundan haber bekleyen anası, onu karşısında görünce; boynuna atılmış; yanaklarından, gözlerinden, doyasıya, öpmüş. Oğlan da, anasının ellerinden öpüp, ne olup bittiğini, bir bir, anlatmış; gönlünü almış. Sonra da, birlikte, saraya varmışlar. Oğlan, düğününe, yol arkadaşlarını da çağırmış. Hep birlikte, kırk gün kırk gece bir düğün daha yapıp; yemişler, içmişler; muratlarına geçmişler.
Babam, tüm diğer masallarda olduğu gibi, bu masalın da bundan sonrasını:
“- Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç salkım üzüm düşmüş. Biri, anlatanın; ikincisi, dinleyenlerin: sonuncusu da, aranızdan en çalışkanın ağzına düşmüş. Ama, benimki de sizin olsun.” diye tamamlardı.
Bu masaldan çıkarılması gereken derse gelince: Ben, bu masalı her dinleyişimde, “büyük sözü dinlemeyenin başına sorunlar açılacağını” ve “iyilik yapanın, ödülünü, birgün, mutlaka alacağını” düşünürdüm.
Lise son sınıfa gittiğim yılın kış aylarından biriydi. Her hafta sonu yaptığım gibi, 14.30 posta treni ile, Polatlı’ya gittim. Eve vardığımda; babamı, yatağında, hasta yatar buldum. O hafta, hafif bir felç geçirmişti. Doktor, tansiyonunun yükselmesi sonucu, beyninde kısmi bir kanama olduğunu söylemiş. Konuşmasında, hafif bir tutukluk vardı. Ayakta duramadığından, kolundan tutulmadıkça, yürüyemiyordu. Yatağının yanıbaşında da, o tarihe kadar, görmediğim; isimlerini de, duymadığım, bir yığın ilaç duruyordu. Beni görünce, hüzünlendi. Çıkar gelirim de, deslerimi aksatırım korkusuyla, bana, haber vermemişler. O haftabaşı, Ankara’ya üzüntülü döndüm. Hafta sonunu zor getirdim. Neyse ki; annemin de gayretiyle, iyileşmesi çok uzun sürmedi. Ama; hiçbir zaman eski sağlığında ve gücünde olamadı. Yine, ticarethaneye gidip geliyor, işleriyle ilgilenmesine ilgileniyordu; ancak, felç geçirmiş olmanın kimi izlerini taşıması sebebiyle, yaz tatilinde, zaman zaman, işlerin bir ucundan, benim de, tutmamı istemek zorunda kaldığı oluyordu. İşte, benim, deri kırkmaya, mal alış- verişine ilişkin bilgim, bu zamanlarda edindiklerimdi.
Böyle bir kış daha geçti. Bahara çıktığımızda; artık, evden ticarethaneye yürüyerek gidip gelmek, ona zor gelmeye başladığından; dükkânın hemen arkasında bir ev kiralayarak, oraya taşındık. Ev, dükkâna, yüz metre mesafedeydi. Böylece, hem onun işine gidip gelmesi kolaylaşmış; hem de, benim, işlerle daha çok ilgilenmeme olanak sağlanmıştı. Ne var ki; bu durum uzun sürmedi. Nisan sonu Mayıs başıydı; yeniden hastalandı. Amcamın büyük oğlu Mustafa ağabeyim, arabasına bindirdi, Ankara’ya götürüp; Tıp Fakültesi’nin Dikimevi’ndeki hastanesinin kardiyoloji bölümüne yatırdı. Hastanede kaldığı bir hafta on günlük sürede, hemen hemen, hergün, öğle saatlerinde, ziyaretine gidip, ihtiyaçlarını karşıladım.
Hastaneden, sağlığına, bir kez daha, kavuşarak çıktı. Herşey iyi giderken; 20 Temmuz günü sabahı, acı bir haberle uyandık. Mustafa ağabeyim, çiftliğinde, kâhyası tarafından gerçekleştirilen bir cinayete kurban gitmişti. Bu olayın acısı, tüm aileyi yıktı. Babam, yeğenini çok severdi. Bu yüzden, etkilenmesi de ağır oldu. Toparlanmakta zorlandı. Ben, o yaz, Roma Hukuku’ndan bütünlemeye kalmıştım. Polatlı Belediyesi Binası’nın bir yönüyle, eski adı İstasyon Caddesi olan Atatürk Caddesi’ndeki parka; diğer yönüyle de, Yeni Sinema’ya bakan köşesindeki Halk Kütüphanesi’nde, güz dönemi sınavına hazırlanıyordum. Bir ara, Belediye Binası’nın Sivrihisar Caddesi yönünden bitişiğinde oturan Müfide ablamı ziyarete gittim. Dönüşümde, kapıdan çıkmış, kütüphaneye geliyordum ki; karşıdan, babamın ortağı Ali BAYATLI’nın büyük kızının, telaşla, bana doğru geldiğini gördüm. Birşeylerin olduğunu anlamıştım. Ben de telaşlandım. Yanıma geldiğinde; heyecanlı heyecanlı, “- Kasım amca hastalandı.” dedi ve dönüp, aceleyle, geldiği yöne doğru uzaklaştı. Ablama nasıl haber verdim; kitaplarımı kütüphaneden aldım mı almadım mı; eve nasıl vardım, anımsamıyorum. Eve vardığımda, anımsadığım tek şey, babamın divana uzanmış, inlemekte olduğuydu. Henüz, bilincini kaybetmemişti. Bir eliyle elimden tuttu; iri gözlerini gözlerime dikerek, birşeyler mırıldandı. Ama, söylediklerini anlayamadım. Ne olduğunu, aceleyle anlattılar. İkindi namazını kılmak için eve gelmiş. Annemle birlikte namaza durmuşlar. Ancak, namazı tamamlayamamış. Yanındaki divana, uzanıp yatmış. Annem de, namazı yarım bırakıp, koşmuş. Sonra da, komşulara haber vermiş.
Birden aklıma geldi. Doktora haber verip vermediklerini sordum. Vermediklerini öğrenince de, yerimden fırlayıp; Dr. Hayati Bey’in, Atatürk Caddesiyle Ankara Caddesinin birleştiği köşesindeki binanın ikinci katındaki muayenehanesine koştum. Dr. Hayati Bey, babamın hastalığının başlangıcından beri doktoruydu. O yüzden, ona koşmuştum. Muayenehanesinde değildi. Başka bir hastasına; ziraatçi Cengiz Bey’e vizite gitmişti. Nasıl haber ulaştırıldı, anımsamıyorum. Doktorla birlikte eve geldiğimizde, güneş batmış; hava kararmak üzere idi. Babamı, bilincini kaybetmiş buldum. Muayene eden Dr. Hayati Bey, tansiyonunun yirmidört olduğunu; ağır bir beyin kanaması geçirdiğini söyledi. Yapılacak birşey olmadığını da ekleyerek, ayrıldı. Birkaç saat sonra da, babam, ruhunu teslim etti. Takvim yaprakları, 24 Eylül 1966’yı gösteriyordu. Ve babam, 61 yaşında idi…
Babamdan bana kalan en önemli miras, iki öğüdüdür: Öğütlerinden ilki, “Eğer, bir gün, sen hâkim olur; ben de, sanık ya da davanın tarafı olarak karşına gelirsem ve de sen babanım diye beni kayırıp, farklı davranırsan, hakkımı helal etmem.”. Babam, bir yargıcın, babasının davasına bakamayacağını bilirdi. Bu öğüdü, bana, yargıcın tarafsızlığının önemini anlatmak için verirdi. İkinci öğüdü de, “Sen, dürüst çalış. Çalışmanın hakkını, karşılık beklemeksizin, ver. Karşılığını, bir gün mutlaka alırsın” dı. Bu paha biçilmez iki miras, benim, mesleki yaşamım boyunca, yolgöstericim ve koruyucum oldu. Teşekkürler baba… Işıklar içinde uyu…
Turgut CANDAN
[1] Her hakkı, Turgut CANDAN’a aittir. İzin alınmadan, başka yerde yayımlanamaz.
Great reaading your blog post