Değerli Meslektaşlarım, Çalışma Arkadaşlarım ve Dostlarım,

Her şeyin bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Kamu hizmetinin de öyle.

Benim, 27 Mart 1970’de Çalışma Bakanlığında işmüfettişi unvanı ile başlayıp; 31 Ocak 1973’de, idari yargıçlıkla devam eden, kamu hizmeti yolculuğum, 42 yıl 5 ay 20 gün sonra, yarın sona eriyor.

Şimdi de öyle mi? Bilmiyorum. O zamanlar, lise öğrenimi, ikinci sınıftan itibaren, fen ve edebiyat diye iki kola ayrılırdı.

İkinci sınıfa geçen öğrenci, ders yılı başlamadan önce, kaydını yenilemek ve, bunu yaparken de, seçimini okul idaresine bildirmek zorundaydı.

Kaydımı yenilemek ve seçimimi bildirmek üzere okula gittiğimde, henüz, rüştümü ikmal etmemiştim. O yüzden de, okul velim olan eniştem dükkanını kapatmış ve benimle birlikte Gazi Lisesinin yolunu tutmuştu.

Müdür muavininin odasının önüne vardığımızda, kafam karma karışıktı.

Karma karışıktı; çünkü, gönlümde yatan meslek, elektrik mühendisliğiydi. Kafam da zaten, matematiğe yatkındı. O zamanlar, henüz, beni çeken yönü olan elektronik bir bilim dalı olmadığından, ben elektrik mühendisi olmak istiyordum. Bunun için de, seçimimin fen kolu yönünde olması gerektiğini biliyordum.

Oysa; içimden güçlü bir ses de, durmaksızın, “Babanı dinle; o’nun arzusunu yerine getir” diyordu.

Işıklar içinde yatsın, babam, lise öğreniminden sonra, hukuk fakültesine gitmemi ve, sonuçta, hakim olmamı istiyordu. Eğer, o’nun arzusuna uyacaksam, edebiyat kolunu seçmeliydim.

Gerçi; fen kolundan mezun olduktan sonra da, hukuk fakültesinin yolu açıktı. Ancak; ben kendimi biliyordum. Şeytana uyup; fen fakültesinin yolunu tutabilirdim. Eğer; babamın arzusuna uyacaksam, mutlaka edebiyat kolunu seçmeliydim.

Bu yüzden; müdür muavinin kapısının önündeki kısa koridoru, dükkanını kapatıp benimle gelen eniştemi, “Yeter artık Turgut, ver kararını; müşterilerim bekliyor!” diye isyan ettirinceye kadar, her defasında kararımı verdiğim düşüncesiyle, arşınladım.

Sonunda, müdür muavininin kapısını açtım ve “Edebiyatı seçiyorum hocam” dedim.

Bu, benim meslek yaşamımın çizgisinin çizildiği andı. Yaşamım boyunca o anı hiç unutmadım; hep gözümün önünde oldu.

Babam, benim okumamı ve hakim olmamı istiyordu.

Okumamı istiyordu; çünkü, kendisi, Osmanlı’nın ancak askere ve paraya ihtiyacı olduğunda hatırladığı Anadolu’nun orta yerindeki Ankara’nın bugün bir mahallesi olan köyünde, o tarihte, okul olmadığından; elli – altmış kilometre uzakta, Ankara Çayı ile Sakarya Nehrinin buluştuğu üçgendeki bir köyde yaşayan ablasının yanında ilkokulu ancak üç yıl okuyabilmişti.

Osmanlı’nın kendisine ve çevresine sağlamadığı olanağı, işte, şimdi, Cumhuriyet sağlamaktaydı ve, o da, bu olanaktan oğlunun yararlanmasını istemekteydi. Babam, Büyük Atatürk’ün ve Cumhuriyeti kuran arkadaşlarının kahramanlıklarına, birikimlerine ve Türk Ulusu için yaptıklarına hayrandı. Hayrandı; çünkü, yirmiiki gün yirmiiki gece süren Sakarya Savaşında Malıköy’den cepheye mermi taşırken kahramanlıklarını, bizzat, görmüştü. Hayrandı, çünkü, Osmanlı’nın tekdüzeliğe terkettiği Anadolu’daki yaşamın nasıl değiştiğinin ve çağdaşlaştığının canlı tanığıydı. Hayrandı; çünkü, artık ulaşabildiği gazete ve diğer yayınlar vasıtasıyla, aydınlanmadan payına düşeni almış; özgür düşüncenin ve Büyük Ata’nın deyimiyle, “Adam olma”nın keyfine varmıştı. Bu yüzden, bütün hayali, benim de okuyup; onlar gibi olmamdı. Dar bütçesine karşın; son nefesine kadar da, bunun için uğraştı.

Babam, benim hakim olmamı istiyordu. O’na göre, hakimlik çok önemli bir meslekti. Peygamber postu derdi, hakimlik için. Ayrıca; haksızlığa uğradığı bir dönemde, o’na hakkını teslim eden, genç Cumhuriyet yargıcının birikimi, asaleti, yargılamadaki hassasiyeti ve tarafsızlığı onu çok etkilemişti. Aklımın ermeye başladığı anlardan itibaren, onun, her fırsatta, “Benim oğlum hakim olacak” demesi bundandı.

Babam, ayrıca, şunu da derdi: “Bak oğlum!..Eğer, bir gün okuyup, hakim olursan ve ben bir suç işleyip karşına gelirsem; kesinlikle, baban olduğumu unutacaksın. Hukuk ne diyorsa onu yapacaksın; adil olacaksın…”. Bunu, bana, yaşadığı sürece, her konu açıldığında, bıkmadan, yılmadan söyledi.

Babam, gerçekte, bir hakimin, yakınlarının davasına bakmasına yasal engel olduğunun farkında olacak kadar, bilgiliydi. Ama, bana söylemek istediği başka bir şeydi. Ben, o’nun ne demek istediğini, yıllar sonra; yaşadıkça öğrendim. Demek istediği şuydu: Biraz önce söyledim; babam, hakimliği peygamber postu olarak görürdü. Peygamber postunda oturan birisi, adil olmak zorundaydı. Adil olabilmek için de, her türlü etkiden uzak olmak; özgür düşünüp, özgür karar vermek durumundaydı. Onun için, duygusal ve biyolojik bağların en kuvvetlilerinden olan, ebeveyn – evlat bağını örnek olarak veriyordu. Hakim, yargılama yaparken, baba, anne ve evlat bağının etkisinden dahi kurtulmak zorunda ise; yönetsel bağlılık, dostluk, ekonomik çıkardaşlık, siyasi yandaşlık, ırksal birlik, dinsel mensupluk gibi diğer bağlarınkinden öncelikle arınmak zorundaydı. Babam, bana, işte bu gerçeği anlatmak istiyordu ve bana bir hakim tanımı veriyordu.

Babam, Mecelle’yi okumamıştı. Mecelle’de, hâkimin, hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olması gerektiğinin söylendiğini bilmiyordu.. Ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra yayımlanan Birleşmiş Milletler Bangalore Yargı Etiği İlkelerini ise bilmesi olanaksızdı. Ama, o sözüyle yapmış olduğu hakim tanımı, hem Mecelle’deki hakim tanımıyla, hem de Bangalore Yargı Etiği İlkelerindeki hakim tanımıyla örtüşüyordu.

Bütün bunlar, şunu doğruluyor, bana göre. Adalet, her insan için, en temel ihtiyaç. Her insanın da, adalete ihtiyaç duyduğunda, adalet dağıtmakla görevli olanın gerçekten adil olduğuna inanmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu inancın doğabilmesi için de, adalet dağıtanın her türlü zincirinden arınmış ve özgürce yargılama yapmış olması şart. Bunun böyle olduğunu bilebilmek için, ne Mecelleyi okumak, ne de Bangalore Yargı Etiği İlkelerini bilmek zorunlu. Adalet ihtiyacının önemini kavrayarak ve özgür akılla düşünmek yeterli. İşte; babamın yaptığı da buydu. Ve, bu, benim, meslek yaşamımın yol göstericisi oldu.

Adalet Akademisinin son döneminin son günlerinde öğrencilerime, babamın sözüne gönderme yaparak, şöyle derim: “- Kısa süre sonra, mesleğe kabul edilecek ve kura çekip görev yerlerinize gideceksiniz. Bundan böyle, hakim bey, hakime hanımsınız. Hatta, otomobilinizin camına hakim arması yapıştırıp; plakasının da HKM olmasını sağlayabilirsiniz. Ama; ne mesleğe kabul edilip, hakim unvanını almanız, ne de bunlar, gerçek anlamda hakim olmanıza yeterlidir. Gerçek anlamda hakim olabilmeniz için, önce kendinize hakim olmanız; bunun için de, yansızlığınıza gölge düşürecek her türlü bağın etkisinden arınmanız ve çok çalışıp çok okuyarak birikiminizi artırmanız şarttır. Davanın taraflarının, varlığınızı borçlu olduğunuz Büyük Türk Ulusunun ve tüm insanlığın sizden beklediği bu…”.

Kaçı, benim bu sözümü, meslek yaşamlarında hatırlıyor, bilemiyorum. Ama, bildiğim bir şey var; içlerinden hatırlayanlar mutlaka olacaktır.

Şimdi düşünüyorum da, elektrik mühendisliği sevdasından vazgeçme pahasına, böyle bir babanın arzusunu yerine getirmeye değermiş. O’na ve Cumhuriyeti kanı ve canı pahasına kuranlara şükran borçluyum. Tabii ki, vefakar ve cefakar anneme; yaşamımın uzunca bir döneminde ilham kaynağım olan sevgili eşime; başarılarıyla beni gururlandıran çocuklarıma ve çok değerli çalışma arkadaşlarıma borçlu olduğum şükranları unutmuş değilim.

Yine; kimi zaman, her insan gibi, yastığa başımı koyduğumda düşünürüm; acaba, onlara layık olabildim mi diye. Kuşkusuz, farkında olmadan yaptığım hatalarım yok değil. Ama; en azından, onların ve insanlığın arzuladığı nitelikte yargıç olmaya çaba gösterdim. Tanrının insana ayrıcalık olarak bağışladığı aklımı kimseye emanet vermedim; kimseye tutsak etmedim; özgürce ve gereği gibi kullandım. Bana dikte edilmek istenileni değil, aklımın doğruluğunu onayladığını yaptım. Bu sayede, insanlığımın ve yargıçlık onurunun keyfini doyasıya yaşadım.

Umarım çabam ve yapmaya çalıştıklarım hedefine ulaşmıştır. Bunun takdiri, kuşkusuz, altında imzam olan kararların verildiği davalarda taraf olanlara ait.

Yarın, aynı zamanda, benim doğum günüm. Yani; her şeyin sonu değil; aksine, yeni bir yaşın, yeni bir yaşam biçiminin başlangıcı. Biten, yalnızca, yargıçlık kadrolu kamu hizmeti. Oysa; kamuya hizmet, son nefese kadar.

Sağlıcakla kalınız.

Turgut CANDAN
14 Eylül 2012