Nasıl Bir Yargı? Sorunlar, Çözüm Önerileri[1]. Sevgili Öğrenciler, geleceğin yargıçları, savcıları, avukatları; genç hukukçular; hepinizi sevgiyle selamlıyorum. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan Anayasa Referandumunu hatırlıyorsunuz. O Referandumda, halk, 1982 Anayasasının çok sayıda maddesinde değişiklik yapılmasını oyladı. Değiştirilmesi öngörülen maddelerin hemen hepsi çok önemli gibi görünüyordu. Çocuk hakları, kadın hakları, kamu denetçisi vs. Bu maddelerden iki tanesi de, yargı ile ilgiliydi. Aslında; Anayasa değişikliği de, gerçekte, yargıyla ilgili olan bu maddeler için yapılıyordu. Esasen; daha önce yapılan Anayasa değişikliğiyle, ulusal yasalara öncelikli olduğu kabul edilen İnsan Hakları Uluslarası Sözleşmeleriyle güvence altına alınmış bulunan çocuk hakkı, kadın hakkı gibi haklarla ilgili düzenlemeler, yargıyla ilgili bu iki maddenin sorunsuz geçebilmeleri içindi. Dahası; Referanduma evet oyu verilmesi için çalışanların iddiası da, halkın büyük çoğunluğunun o günkü yargıya güvenlerinin kalmadığıydı. Onlara göre; yargının “demokratik meşruiyeti” yoktu. Yargıçlar değil; ama, yargıçları atayan yüksek kurulun mensuplarının hiç olmazsa bir kısmı, halkın temsilcileri tarafından seçilmeliydi ki; yargının demokratik meşruiyeti olabilsin ve halk yargıya güven duyabilsin. Referandum sonucunda evet oylarının % 57 olduğu anlaşıldı. Bu demekti ki; referandumda oy verenlerin % 57’si yargıya güvenmiyordu; bu yüzden de, güvenebilecekleri bir yargının oluşması için Anayasa değişikliğine evet demişlerdi. Referandumun hemen sonra, Anayasaya uygun olarak hazırlanan, yeni Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu, yürürlüğe konuldu ve ardından da, seçimler yapıldı. Yani; Yüksek Kurul, yeniden ve ilkinden farklı sayı ve yapıda oluşturuldu. Yeni oluşan, Kurul, yargıyı biçimlendirmek için, gerekli kararları aldı. Böylece; yargı, demokratik meşruiyete kavuşturulmuş oldu (!). Mademki, yargı demokratik meşruiyete kavuşmuştu; o halde, ne beklenirdi sonuç olarak? Halkın yargıya olan güveninin geri gelmesi değil mi? Pekiyi, beklenen oldu mu? Bu sorunun yanıtı için, o tarihten bu yana yapılagelen anketlere göz atalım: Yargının demokratik meşruiyete kavuşturulmasından (!) sonra, yargıya güven konusundaki ilk ciddi anket, bir özel üniversite tarafından yapıldı. Kadir Has Üniversitesinin yaptığı, Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırma 2011 sonuçlarına göre, yargıya güven % 38.87’di. Yani, Anayasa değişikliğinden sonraki ilk bir yıl içerisinde, yargıya güven artamamış, aksine % 4 oranında azalmıştı. İkinci ciddi anket ise, (sanıyorum Mayıs 2012 ayında idi) Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından (yanlış hatırlamıyorsam) 21 sivil toplum örgütüyle işbirliği içerisinde ve 6 bin 500 kişiyle görüşülerek, yapıldı. Anketteki, “Yeni anayasadan ne bekliyorsunuz?” sorusuna, deneklerin yüzde 69’u “adalet” yanıtını verdi. Yani; yargıya güven giderek azalmaya; adalet beklentisi ise, artmaya devam ediyordu. Yargıya güvenle ilgili bu iki anketten daha sonra da çok sayıda anket yapıldı. Bunların sonuçlarının tümünü burada vermeme olanak yok; ama, güvensizliğin % 57’nin altına düştüğünü söyleyen, bir iki istisna dışında, ankete rastlayamadığımı söyleyebilirim. Örneğin; yine, Kadir Has Üniversitesinin yaptığı Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırma 2012 sonuçlarına göre, yargıya güven, % 37.2; 2013 sonuçlarına göre ise, % 26.5’dir (www.dogruluk payi.com, www.khas.edu.tr/…/Khas-2013/Tuerkiye). Bu anket sonuçlarına göre; arada yapılan onca yasal düzenlemeye karşın, yargıya güvensizlik, 2013 yılı sonu itibarıyla, % 73,5 oranını bulmuş oluyor. Dahası; İksara isimli bir kuruluşun 16-22 Kasım 2014 tarihlerinde 1709 kişiyle yüz yüze görüşerek yapmış olduğu anketin sonuçları, yargıya güvenin % 5’lere kadar düştüğünü göstermektedir (m.t24.com.tr/ turkiyede-yargiya guven). Bu anket sonuçlarına göre, halkın her yüz kişisinden ancak 5’i yargıya güvenmektedir. Son olarak, 24 – 25 Şubat 2015 tarihlerinde basında bir anket yayımlandı. Ankette, deneklere, şöyle bir soru soruluyordu: “Bir mahkemeye düşseniz, adil yargılanacağınıza inanıyor musunuz?”. Yanıt, tahmin ettiğiniz gibiydi: % 29,8 evet, % 70,2 hayır. Anket sonuçlarını genelleştirecek olursak; Ocak 2015 sonu itibarıyla, halkın üçte ikisinden fazlasının, mahkemeye düştüğünde adil yargılanacağına inanmadığını söyleyebiliriz. O halde; Panelin konu başlığındaki soruyu şimdi sorabiliriz: Nasıl bir yargı? Yanıt, kuşkusuz; halkın tamamının, mahkemeye işi düştüğünde adil yargılanacağından kuşku duymayacağı bir yargı. Şimdi, soruyu, şu şekilde yeniden sorabiliriz: Halkın tamamının adil yargılanacağından kuşku duymayacağı yargı nasıl olmalıdır? Bu sorunun yanıtı, halkın üçte ikisinin işi mahkemeye düştüğünde adil yargılanacağına inanmamasının nedenlerin bulunup çıkarılmasına bağlıdır. Bu nedenleri bulup ortaya koyabilirsek, sorunun yanıtını da verebiliriz. Bana göre, bu nedenleri, yedi başlık altında ortaya koymak olanaklıdır:
I – YASAMA ORGANI, YARGIYA ÇOK FAZLA MÜDAHALE EDİYOR. ÇÖZÜM: YARGI, YASAMADAN BAĞIMSIZ OLMALI. Yargı reformu adı altında, çok sık düzenleme yapılıyor. Referandumdan sonra, aynı yıl içerisinde Yasama Organına üç adet yargı reform paketi sunulduğu oldu. “Kötü mü?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. İnsanın aklına hemen, “bundan güzel ne olabilir?” sorusu geliyor. “Reform, iyi gitmeyen birşeyleri yoluna koymak, dar boğazları açmak, tıkanıklıkları gidermek değil mi? O halde, Yasamanın sık sık yargı reform adı altında düzenlemeler yapmasının, yarardan çok ne gibi zararı olabilir ki?” diyebilirsiniz. Ama, yaşananlar, öyle olmadığını söylüyor. Yapılan düzenlemelerin tümünün gerekçesi, hemen hemen, aynı: Yargının iş yükünü makul düzeye indirmek, yargıyı hızlandırmak, adil yargılanmayı sağlamak. Aynı veya benzer gerekçenin her yasal düzenlemede yer alması, neyi gösterir? İki şeyi: İlki; önceki reformların, yargının iş yükünü aza (makul sayıya) indirme konusundaki başarısızlığıdır. 2010 yılından buyana yargı reformu adı altında yapılan düzenlemelerin yargının, özellikle de, yüksek yargının işyükünü makule çekme konusunda başarısız olduğunu, yalnızca istatistik rakamları değil; bizzat, daha sonra hazırlanan tasarıların gerekçeleri çok net biçimde ortaya koyuyor[2]. Reformlar yapılır; sistem dar boğaza girdiğinde, yapılması da gereklidir. Ancak; her reform, uzun araştırmaların, tartışmaların, bilimsel toplantıların sonuçlarının ürünü olmak zorundadır. Böyle yapılmayan reformlar, sistemdeki tıkanıklığı açmak şöyle dursun, sistemin özüne zarar verir; onu işlemez hale getirir; kendisi sorun olur, tıkanıklık yaratır. İkincisi; yapılan reformlar, gerçekte reform niteliği taşımıyorsa ya da ilkinin sonuçlarını almadan ikincisi, hatta üçüncüsü yapılmak isteniyorsa; bu, amacın, reform dışında başka bir şey olduğunu gösterir. Hatırlarsınız; 2010 Anayasa Reformundan sonra, 2011 yılı başında yürürlüğe konulan 6110 sayılı Kanunla, Yargıtay’ın ve Danıştay’ın daire ve üye sayısı olağanın dışında artırıldı. Gerekçe neydi? Bu yüksek yargı yerlerinin kaldıramayacakları seviyeye ulaşan işyükünü makul düzeye indirmek, değil miydi? Ama; 17-25 Aralık olaylarından sonraki tartışmalardan anlaşıldı ki; gerçek amaç, yargıda kadrolaşmayı sağlamakmış. Bir kesim de, bunu, çok iyi başarmış. Size, yapılan değişikliklerdeki gerçek amacı yalın aklın da anlayabileceği, çok açık bir örnek vereyim: 28 Haziran 2014 günlü Resmi Gazete’de bir kanun yayımlandı. Adı, Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 6545 sayılı Kanun. Bu Kanunun 2 ila 28’nci maddelerinde, bölge idare mahkemelerinin yeniden yapılandırılması ve tam istinaf mahkemesi haline getirilmesi öngörüldü. Bunun için de, Adalet Bakanlığına üç aylık bir süre tanındı. Eğer, bu üç aylık süre içerisinde bölge idare mahkemeleri kanunun söylediği şekilde yeniden yapılandırmış olsaydı, sonuç ne olacaktı? Ben, size söyleyeyim. Eğer, yeni bölge idare mahkemeleri kurulmuş olsaydı, Danıştay’a tam bir buçuk yıl süreyle hiç dosya gelmeyecekti ya da çok az sayıda gelecekti. Bu süre zarfında da Danıştay, elindeki dosya sayısını tamamen eritecekti. Dolayısıyla; değil, Danıştay’ın daire ve üye sayısını artırmak; aksine, mevcut daire ve üye sayısının azaltılması gerekecekti. Ama, söz konusu üç aylık süre doldu. Üzerinden de, bu gün itibarıyla altı ay gibi bir zaman geçti; hala, kurulmadı. Onun yerine ne yapıldı biliyor musunuz? 11 Aralıkta 2014’de yayımlanan yeni bir kanunla, 6572 sayılı Kanunla, Yargıtay’a sekiz, Danıştay’a iki yeni dava dairesi kuruldu; Yargıtay üyelerinin sayısı, 120; Danıştay’ınki de, 39 artırıldı. Yani; 2011’de yapılan yeniden yapıldı. Gerekçe neydi biliyor musunuz? Bu iki mahkemenin işyükünün kaldıramayacakları düzeye ulaşması, önceki düzenlemelerin de bu işyükünü eritme konusunda başarılı olamaması. Şimdi ne düşünüyorsunuz? Benim düşündüğümü mü? Zaten, öyle olduğu da, yapılan uygulamalardan, televizyonlardaki tartışma programlarında, yetkili yetkisiz, birilerinin hiç çekinmeden dile getirdikleri açıklamalardan anlaşılıyor. Pekiyi!.. Yargı ile ilgili olarak yapılan düzenlemelerin olağan olmayan amacı, bu denli ortadayken; halkın adil yargılanma beklentisinin yükselmesi mümkün mü? Demek ki; halkın yargıya olan güvenlerinin olabilmesi için, Yasamanın yargıya müdahalesinin ölçülü olması zorunludur. Ölçü de; yalnızca, yargının mesleki, halkın da adalete olan gereksinimleri olmalıdır. Pekiyi!… Bu nasıl sağlanabilir? Yasama Organının iradesine, ancak Anayasa ile sınır konulabilir. O da, belli ölçüde. Örneğin, yargı ile ilgili yapısal değişikliklerde nitelikli çoğunluk aranması gibi. Ancak; bu yöntemin de, gerektiğinde yargı ile ilgili düzenlemelerin yapılamaması gibi etkileri olabilir. Geriye, siyasilerin, hukuka, hukuk devletine ve kuvvetler ayrılığına inanmaları ve hukuku ve hukukun ilkelerini içselleştirmeleri kalıyor. Bunun pek mümkün olamayacağını, ben kırk küsür yıllık meslek yaşamımda gördüm. Ben, yine de, bizim gibi, hukuk devleti oturmamış ülkelerde, en iyi çözümün ilki olacağını düşünüyorum. O halde; “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek yanıtlardan ilki, “Yasamanın, siyasi iradenin arzusuna göre biçimlendirme çabasına girmediği bir yargı” olmak zorundadır
II – YÜRÜTMENİN YARGI İÇERİSİNDEKİ KONUMU, KUVVETLER AYRILIĞI İLKESİYLE UYUŞMUYOR. ÇÖZÜM: YARGI YÜRÜTMEDEN BAĞIMSIZ OLMA- LIDIR. Adalet Bakanı, siyasi iktidarın; yani, hükümetin temsilcisidir. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da, bu Bakanlığın en büyük memuru; Adalet Bakanının (Siyasi İktidarın) görüş ve kararlarının, idari kademelere intikaliyle görevli kamu görevlisi. Adalet Bakanı, aynı zamanda, hakim ve savcıların özlük işlemlerini yapmak üzere var olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun da Başkanı. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da, bu Kurulun üyesi. Adalet Bakanı, HSYK’nın başkanı olarak, idari görev ve yetkilere sahip. Ayrıca; Kurulun çok önemli faaliyetlerinde (Yargıtay ve Danıştay’a üye seçmek gibi) oy sahibi. Dahası; hakim ve savcıların maaşlarının Adalet Bakanlığı bütçesinden veriliyor olması sebebiyle, bu bütçenin ita amiri olmak, Bakana, yargıçlar nezdinde, ayrı bir konum ve güç de sağlamaktadır. Oysa; hukuk devleti olmanın olmazsa olmazı olan Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, Yürütmenin, Yargının kalbinde böyle görevler alarak bu denli yetkilerle donatılmasını uygun görmüyor. Şimdilerde, adından pek söz edilmiyor. Ama, 12 Eylül 2010 tarihli Referandumdan önceki günlerde, her gün herkesin ağzında idi: Venedik Kriterleri. Venedik Komisyonunun, Adalet Bakanının hakimler kuruluna başkan olması ile ilgili olarak söylemiş olduğu bir şey var. Diyor ki Komisyon: “Bizce, Adalet bakanının Kurulda başkan olarak görev almamaması uygundur. Ama, madem ki aldı; o zaman, oy hakkı olmamalıdır”. Bunu ne zaman söylüyor, Venedik Komisyonu? 2011 yılında, Bulgaristan’la ilgili Raporunda söylüyor. Komisyon, Adalet Bakanlığı Müsteşarının Kurul’da olmasını ise, hiç kabul etmiyor. Demek ki; yargı bağımsızlığı için, siyasi otoritenin hiçbir temsilcisinin yargıçların özlük işleriyle görevli kurullarda yer almaması şart. Ama, madem ki yer alıyor; o halde, hiç olmazsa, kararlarda oy kullanma hakkı olmamalıdır. Yalnızca temsili bir görevi olmalıdır. Şimdilerde, bizde, bu Komisyonun kriterleri unutulmuş görünüyor. Ne siyasiler, ne 12 Eylül Referandumundan önce bu kriterleri dilinden düşürmeyen televizyon çığırtganları (propogandistleri), ne yazık ki, ne de hukuk bilimcileri söz ediyor. Beni, en çok da, hukuk bilimcilerinin suskunluğu üzüyor. Haydi diyelim ki, siyasiler artık dillerine almaya gerek görmüyorlar; ama, o kriterler orada dururken, tam tersini yapmaya çalışmalarına ne demeli?! Referandumdan hemen sonra yürürlüğe konulan bir yasayla yeniden yapılandırılan HSYK seçimlerinde, Adalet Bakanlığının üst düzey yöneticilerinin olduğu gibi bu Kurul’da görev almalarına ne denir? Ne denildiğine, 17/25 Aralık olaylarından sonra, hepimiz tanık olmadık mı? Ya… bu olaylardan hemen sonra; Adalet Bakanına, Anayasa Mahkemesinden dönen, olağanüstü yetkiler veren yasa düzenlemesi, yargıyı daha bağımsız kılmak için miydi? Eğer, yargı daha bağımsız hale gelmiş ise, anket sonuçları niye bunu göstermiyor? Niye yargıya güven giderek dibe vurmakta? Demek ki; ikinci önlem olarak, yapılacak Anayasa değişikliğiyle, Adalet Bakanı ve Müsteşarının Kuruldan, acilen çıkarılması gerekiyor. O halde; “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek ikinci yanıt, “Adalet Bakanı ile Müsteşarının hakimlerin mesleğe kabullerini ve özlük işlerini yürüten kurulda olmadığı bir yargı” olmalıdır.
III – HSYK’NIN SINIRLI SAYIDAKİ KARARLARI DIŞINDAKİLERİN TÜMÜNE KARŞI YARGI YOLU KAPALI. ÇÖZÜM: KURUL KARARLARININ TÜMÜNE YARGI YOLU AÇILMALIDIR Merak ediyorum; kendisi, hak ve adalet arayanların başvurabileceği son merci olmasına karşın, kendi mesleğiyle ilgili haklarını arayamayan yargıçların bulunduğu başka bir ülke var mı? Benim bildiğim kadarıyla, modern hukuk sistemlerinde yok. Biliyorsunuz; 1982 Anayasasının ilk şeklinde, HSYK’nın tüm kararlarına karşı yargı yolu kapatılmıştı. 2010 Anayasa Değişikliği ile, meslekten çıkarma kararlarına karşı yargı yolu açıldı; ama, yargı yolu kapalı bulunan diğer kararlar da, hakimlerin meslek yaşamları için çok önemli kararlar. Eski yapısında, HSYK’nın Adalet Bakanı dışındaki üyelerinin tamamı yüksek hakimdi; yüksek hakimler, hata yapmaz deniliyordu. Bugünkü yapısında, bu gerekçe de geçerli değil. Kaldı ki; hakimi hakim yapan, yargılama usulleridir; kadrosu ya da unvanı değil. Hakim, yargılama usul kurallarını uyguladığında, yargıç; idari usul kurallarını uyguladığında idarecidir. HSYK’da da, karar alınırken, yargılama usulü değil, idari usul uygulanır. Yani; Kurul üyelerinin kadroları hakim, kendileri ise, idarecidir. Almış oldukları kararlar da, birer ilam değil, idari işlemdir. Dahası; HSYK’nın başkanı da, biraz önce söylemiş olduğumuz üzere, Adalet Bakanı. Adalet Bakanının Kurulun yapısı içerisinde etkinliği çok fazla. Adalet Bakanının etkinliğinin çok fazla olduğu Kurulun, kararlarının yargı denetimine kapalı oluşunun, yargıçlar üzerinde yaratacağı olumsuz etkiyi siz tahmin edin. Sizin yapacağınız tahmini, yargıya işi düşen halk da yapıyor. Siz olsanız, Adalet Bakanının etkisine açık bir yagıya ne derece güvenirsiniz? Ben, hep söylüyorum: HSYK’nın kararlarına karşı yargı yolunun kapatılmasının nedeni, Kurulun Başkanının siyasi iradenin temsilcisi olan Adalet Bakanı olmasıdır. HSYK kararları yoluyla siyasi iradenin yargı üzerindeki tabarruflarının yargı denetimine tabi tutulması istenmiyor. Bakan ve müşteşarının Kurul’daki görevleri sona erdirildiğinde; Kurul’un tüm kararlarına karşı yargı denetiminin açılacağından da emin olabilirsiniz. Demek ki, “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek üçüncü yanıt da, “Yargıçların, meslekleriyle ilgili hak arama özgürlüklerinin tam olduğu bir yargı”dır.
IV – YARGIÇLARIN ADAYLIĞA KABULLERİNİN ADALET BAKANLIĞININ YETKİSİNDE OLMASI VE MAAŞLARININ BU BAKANLIĞIN BÜTÇESİNDEN ÖDENMESİ, BİR MİNNET DUYGUSU YARATMAKTADIR. ÇÖZÜM: HAKİMLERE İDARİ VE MALİ BAĞIMSIZLIK SAĞLANMALIDIR. Bir kaç ay önce bir televizyon programına davet ettiler[3]. Konu, yine yargıda yapılmak istenilen yeni yapılandırmalarla ilgiliydi. Söz, döndü dolaştı, HSKY’nın oluşumuna geldi. Ortaya, “Hakimlerin özlük işlerinin karara bağlandığı Kurulda, siyasi iradenin temsilcisi olan Adalet Bakanının ne işi olabilir?” diye bir soru attım. Karşı görüşü temsil ettikleri belli olan iki sayın avukat, hemen, “Maaşlarını o veriyor” diye atıldılar. Buna benzer söylemlerin kimi yargıçlar tarafından dile getirildiğini, daha önce de işitmiştim. Hatta; HSYK’nın 2010 seçimlerinde, “Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse seçerim” diyen hakimlerin olduğu, kitaplara konu olmuştu[4]. Bu yüzden şaşırmadım ve: “Adalet Bakanı, hakimlerin maaşlarını kendi kesesinden ödemiyor; hakimler, emeklerinin karşılığı olarak, benim ve sizlerin verdiği vergilerden oluşan bütçeden maaşlarını alıyorlar” yanıtını verdim. Ama; bu sayın avukatların vermiş oldukları yanıt, bir gerçeği gösteriyordu. Demek ki, Devletin bütçesini yönetenler, o bütçeden emeğinin karşılığını alanlar tarafından, velinimet olarak algılanmaktadır. Üstelik; bütçeyi idare eden makamın kamu görevine kabul yetkisinin bulunması, bu algıyı daha da güçlendirmektedir. Bu algı, bütçe, yönetim ve yargıçlık bilgi ve bilincinden yoksun herhangi biri için normal olabilir; ama, avukat ve yargıçlar için, yadırganacak bir durumdur. Hatta, vahim bile sayılabilir. Adalet Bakanı istedi diye gözü kapalı oy verme iradesi gösterebilecek bir yargıçtan, adaletli ve yansız davranması beklenebilir mi? Madem ki, böyle algılanabiliyor ve algılayanlar var; o zaman, yargıcı, bu algıdan kurtarmak için, önce, hakim adaylığına kabul yetkisinin anılan Bakanlıktan alınması; ikinci olarak da, hakimlerin maaşlarını aldığı bütçenin, Adalet Bakanlığı bütçesinden ayrılması ve bağımsız hale getirilmesi şart. Çözüm olarak, aday sınavlarını yapma ve adaylığa kabul yetkisiyle hakimlerin maaş aldığı bütçenin HSKY’a verilmesi düşünülebilir. Böylece, Adalet bakanlarının, her HSYK seçiminden önce, yargıçlara baskı yapmasının ve ulüfe dağıtır gibi maaşlarına zam yapılacağı müjdesi vermesinin de önüne geçilmiş olur. Demek ki; “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek dördüncü yanıt, “Adaylığa kabul dahil, tüm idari ve mali yönlerden Adalet Bakanlığından bağımsız bir yargı” olmalıdır.
V – YARGIÇLAR ARASINDA AİDİYETLERİNDEN KENDİLERİNİ KURTARA- MIYANLAR VAR. ÇÖZÜM; YARGIÇ, KENDİSİNE KARŞI DA BAĞIMSIZ HALE GETİRİLMELİDİR. Yargıcın yansızlığı bakımından en tehlikeli olan nedir biliyor musunuz? Yargıcın aidiyetlerinden kendisini kurtaramamış olmasıdır. Nedir bu aidiyetler?
- Aileye ve soya aidiyet,
- Etnik kökene aidiyet,
- Mekana, bölgeye aidiyet,
- İnanca aidiyet,
- Siyasi düşünceye aidiyet.
Yargıç, yargılama yaparken, bu aidiyetlerinden soyutlanmak zorundadır. Ancak bu yolla, Mecelle’de sözü edilen özniteliklere[5] sahip olabilir; Rahmetli Hocamız, Prof. Dr. Faruk EREM’in sözünü ettiği yüce kişi mertebesine ulaşabilir. Yargıcın, kendi iç dünyasında, bu aidiyetlerinden kurtulmuş olması da yeterli değildir. Ayrıca; bunu, davanın taraflarına da göstermelidir. Yargıcın yansız davranması önemlidir; ama, davanın taraflarının yargıcın yansız davrandığına inanmaları daha da önemlidir. Hiç düşündünüz mü? Yargıçlar niye siyah ve tek tip cübbe giyerler? Cübbe giymelerinin sebebi, hiç kuşkusuz, cübbenin orasına burasına abartılı sırma işlemeler yapıp, davanın taraflarına, kürsünün üzerinden, heybetli görünmek için değil. Yargıcın aidiyetlerini gözlerden ırak tutmak; böylece, herhangi bir aidiyetinin etkisinde kalmaksızın karar vereceği konusunda güven sağlamak içindir. Hiç düşündünüz mü? Üzerinde sizin siyasi, etnik ya da dini aidiyetinizden farklı bir aidiyete dair işaret taşıyan bir yargıca davanız düşse; yargıcın yansız kalacağına güvenebilir misiniz? Pekiyi… yargıçların cübbelerinde neden düğme yok? Çünkü, yargıcın her hangi bir makam ya da kişi önünde, ona tabiyetini gösterir bir tavır içerisinde olmaması gerekir de ondan. Demek ki, “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymadığı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek başka bir yanıt da; “Yargıçların cübbelerinin hakkını verdikleri bir yargı” olmalıdır. Yargıçların cübbelerinin hakkını verebilmeleri ise; ancak, içi, insan hakları ideali ile doldurulmuş; doğmatık değil eleştirel, ezberci değil akılcı, aidiyeti olan değil özgür ve laik bir temel eğitim; yalnızca enstrüman kullanmayı değil, müzik yapmayı da öğreten iyi bir hukuk eğitimi ile olanaklıdır. Dahası, yargıçların, meslek yaşamları boyunca, devamlı okumaları ve kendilerini, hukuk bilgilerini ve genel kültürlerini geliştirmeleri; gerekçeyi gerekçe gibi yazabilecek birikime ulaşmaları gereklidir. Ancak bu sayede, hakim, bilgili, kültürlü, anlayışı ve kavrayışı yüksek; cesur, kendinden emin, dış etkilere kapalı, sakin ve tarafsız olabilirler.
VI – YARGI KARARLARI UYGULANMIYOR. ÇÖZÜM: YARGI KARAR- LARININ UYGULANMASINI SAĞLAYACAK BİR SİSTEM. İnsanlar, yargı yerlerine, yargılama sonunda verilecek kararın hayata geçirilmesi ve kararın sonuçlarından etkin bir biçimde yararlanabilmek için başvururlar. Hayata geçirilmeyen; sonuçlarından davayı kazananın yararlanamadığı yargı kararlarının olduğu yargı sistemlerinde, adil yargılanmanın tam olarak gerçekleştiğinden söz edilemez. Ülkemizde, özellikle, idari yargı kararlarının gereklerinin yerine getirilmesi, uzun zamandan beri yaşanan, ciddi bir hukuk devleti sorunudur. Özellikle de, son dönemde, idari yargı kararlarının gereklerinin idare tarafından yerine getirilmediğine ya da başka işlemlerle kararın etkisiz hale getirilmeye çalışıldığına, sıkça rastlanmaktadır. Bu biryana; son dönemde, idarenin etkisiz hale getirmekte zorlandığı idari yargı kararlarının uygulanmaması için, Anayasa Mahkemesinden dönen, yasa yapma girişimlerine de rastlamaktayız. Kararlarının gerekleri yerine getirilmeyen yargının adil yargılamayı gerçekleştirmesi mümkün olamayacağına göre; “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek altıncı yanıt; “Kararlarının gerekleri noksansız olarak yerine getirilen yargı” olmak zorundadır.
VII – NASIL BiR YARGI DERKEN, AVUKATLIK MESLEĞİNİ DE UNUTMA- MALIDIR. ÖNERİ: MESLEK İÇİNDE UZMANLAŞMA VE LİYAKAT ESASINA ÖNEM VERİLMESİ. Savunmasız yargılama olmaz. O zaman, mesleği savunma olan avukatlara ve avukatlık mesleğine değinmeden, “Nasıl Bir Yargı?” sorusuna verilecek hiçbir yanıt tam olmaz. Biraz önce, yargıçların eğitimi ve yetişmeleri için söylediklerimin tamamı, avukatlar için de geçerli. Çünkü; yargıçlarla avukatlar, aynı kaynağın suyudur. Yalnızca, farklı mecralardan akarlar. Ayrıca; bugün ülkemizde geçerli olan mesleğe kabul ve kariyer sistemi, iyi sonuçlar vermeye elverişli değildir. Bunu, meslekle ilgilenen herkesin görmesi ve kabul etmesi gerekir. Daha bir gün önce ruhsatını alan genç avukat, ertesi gün çok önemli davalara, özellikle de, yüksek yargı yerlerinde yapılan duruşmalara girebilme hakkını elde ediyorsa; orada, durup biraz düşünmek gerekir. Öncelikle; meslek, yargıçlık sınavını kazanamayan her hukuk fakültesi mezununun sığınma kapısı olmaktan çıkarılmalıdır. Mesleğe kabul koşulları ciddi bir biçimde gözden geçirilmelidir. İkincisi; kazançtan önce, kazancı da getirecek nitelikli hizmet anlayışına önem veren bir sistem oluşturmalıdır. Ancak mesleğin varlık nedeninin, savunmaya ihtiyacı olanlara hizmet vermek olduğu bilinci yerleştirilebilirse; avukatlık mesleği, gerçek anlamda kamu hizmetine dönüştürülebilir. Üçüncüsü; buna bağlı olarak, meslek içerisinde, uzmanlaşmaya ve liyakata bağlı bir kademeleşme, zorunlu görünmektedir. Demek ki; “Halkın Adil Yargılanacağından Kuşku Duymayacağı Yargı Nasıl Olmalıdır?” sorusuna verilebilecek son yanıt da, “Uzman ve liyakatlı avukatların temsil yetkisini kullandığı yargı” olmalıdır. [1] Turgut CANDAN – Em. Danıştay Başsavcısı. 7 Nisan 2015 İstanbul Yedi Tepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin düzenlediği “Nasıl Bir Yargı? Sorunlar, Çözüm Önerileri” başlıklı panelde konuşma. [2] 6223 sayılı Yetki Kanununun gerekçesinde,“58, 59 ve 60. hükümetler döneminde yargı dâhil, çeşitli alanlarda yapılan reformlar, kamu yönetiminin hantal yapısından kurtulmaya yetmemiştir, bunu sağlayamamıştır.” yolunda yapılan açıklama da, bu başarısızlığın yaygın kanı olduğunun göstergesidir.. [3] 17 Kasım 2014, CNNTürk, A. Hakan, Tarafsız Bölge [4] Orhan Gazi ERTEKİN, “Yargı Meselesi Hallonuldu Yargının ‘Eşekli Demokrasi’ ile İmtihanı”, Epos Yayınları, Ankara, 2011. [5] Mecelle-i Ahkamı Adliye, md.1792; “Hâkim, hakîm, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır”.