Sevgili Genç Meslektaşlarım,
(İdari Yargı Hakim Adaylarına Konuşma)
Hukuk fakültelerinin sevimsiz dersi, “Vergi Hukuku” konusunda, iki dönem beni dinleme zorluğuna katlandıktan sonra, hep birlikte olduğunuz böyle bir gecede, bir kez daha, dinleme arzusunda olmanız, beni, gerçekten, mutlu etti.
Korkmayın! Size, Vergi Hukukundan söz edecek değilim.
Ülkemizdeki vergi kaçağının ulaştığı boyutlardan ve bu kaçağın sonucu olan adaletsiz vergilendirmeden de söz etmeyeceğim.
İdari Rejimin gereklerine, güçlü idarenin hukuk sınırları içerisinde kalmasının yargısal yöntemlerle denetiminin ve bu denetimi sağlayacak olan İdari Yargı Sisteminin, Hukuk Devleti için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğuna ise, asla değinmeyeceğim.
Size, idari yargıçlık yaşamımın ilk yıllarında, başımdan geçen ve beni çok etkileyen bir anımdan söz edeceğim. Karar yazmak için elime her kalem alışımda, bu anım aklıma gelir, benim.
Yıl, 1974 ya da 1975’in başı; tam hatırlayamıyorum. Danıştay’ın Kurtuluş Parkı civarındaki, konuttan bozma, geçici binasında görev yaptığımız tarihlerdeydi.
Bana, o zamanlar, altı kişilik bir odada, madeni bir masa; Abdülhamit Döneminden kaldığını, her defasında, vurgulayarak, kendimi teselli ettiğim, pamukları çeşitli yerlerinden dışarı fırlamış, ahşap bir koltuk verilmişti. Benimle birlikte göreve başlayan diğer arkadaşlarımın durumu da, bundan pek farklı değildi. Bu koşullarda, hem ilk, hem de son derece mahkemesi olarak görev yapmaktaydık.
Görevli bulunduğum Onuncu Daire, o tarihte, emeklilik mevzuatından kaynaklanan idari davalara bakıyordu.
Bir gün, herkesin bütün dikkatiyle dosyasına yoğunlaştığı bir sırada, odaya, 70 yaşlarında bir beyefendi girdi. Daha doğrusu, kapıdan başını uzatıp, “Turgut CANDAN” ın hangimiz olduğunu sordu.
Ben atıldım ve “Buyur beyefendi, benim” dedim.
Masamın önüne kadar geldi ve, oturmadan, gözlerimin içine bakarak;
“Size teşekküre geldim.” dedi.
Merakla,
“Hayırdır, beyefendi?” dedim. “Ben ne yaptım ki?!”.
Verdiği yanıt, soğuk duş etkisi yaptı, bende.
“Davamı reddetmişsiniz de.” dedi.
Sanıyorum, Raportör düşüncesine bakarak, davasını benim reddettirdiğimi düşünmüştü.
Bir olay çıkacağından korktum; biraz da, deneyimsizliğimden olsa gerek, paniğe kapıldım.
Kendisine, oturması için, sandalye işaret ederken, bir yandan da, “ Bunun için teşekkür edilir mi?” diyebildim.
Odadaki diğer arkadaşlar, meraklı ve şaşkın bakışlarını üzerimize çevirmiş, hareketsiz bir şekilde bizi izliyordu. Sanırım, onlar da aynı endişeyi paylaşıyordu.
Gösterdiğim sandalyeye oturdu ve, “Bak oğlum.” dedi.
“Ben” dedi. “Kararınızı okuyuncaya kadar, haklı olduğumdan adım gibi emindim. Ve, Emekli Sandığının hakkımı vermemesini bir türlü hazmedemiyor; haklılığımı kimseye anlatamadığımdan şikayet ediyordum. Bu yüzden; huzurum kaçmıştı; geceleri, sabahlara kadar gözüme uyku girmiyordu.”.
“Kararınızı okuduğumda, inandığımın tersine, haklı olmadığımı anladım; kararda yapmış olduğunuz açıklamalar beni ikna etti. Şimdi, çok huzurluyum; uykularım da geri geldi. Bu sizin sayenizde oldu; bunun için teşekküre geldim.” dedi.
O zaman, dikkat ettim. Gerçekten, yüzünde gergin bir ifade yoktu. Aksine, gülümsüyordu.
Derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Kendisine ikram ettiğim ıhlamurunu içti ve teşekkür ederek, odadan ayrıldı.
Arkasından düşündüm: Hiç kuşku yok ki, kararda, doğru yargıya varılması, hukukun ne olduğunun söylenmesi, hem davanın tarafları, hem de yargıç için, çok önemliydi.
Ama, olay, bana, yargıç için, doğruyu bulmak kadar önemli bir başka şeyin daha olduğunu göstermişti.
Bu önemli şey; davanın taraflarının, yargıcın vermiş olduğu kararın doğruluğundan kuşku duymamalarıydı..
Bunu da, ancak, varılan yargının nedenlerinin ve bu yargıya nasıl ulaşıldığının, tarafların anlayabileceği bir dilde; arı ve duru bir Türkçe ile, karara yansıtılması sağlayabilirdi.
Bu yansıma, gerçekte, her zaman saygıyla andığım, değerli hocam, büyük ceza hukukçusu, Prof. Dr. Faruk EREM’in, “Yargıç denilen yüce kişinin beyinsel güç ürünü” dediği, “gerekçe”den başka bir şey değildir.
Işıklar içinde yatsın, Değerli Hocam, yargıcı, “yüce kişi” olarak tanımlardı.
Bence de, yargıç, “yüce kişi” olmak zorunda olan kişidir.
Ancak; yargıca, “yüceliği”ni kazandıran, ne davalardaki konumu, ne üzerinde taşıdığı cüppe, ne de gücünü aldığı kanunlardır.
Yargıca, bu sıfatı, yalnızca, bilgeliği, dürüstlüğü, yansızlığı ve cesareti kazandırabilir.
Bilgelik, dürüstlük, yansızlık ve cesaret ise, ancak, beynini başka beyinlere tutsak etmeyen ya da emanet bırakmayan; aklı ve bilimi kendine rehber edinmiş; özgür düşünceli kişilerin kazanımı olabilir.
İşte! Büyük ATATÜRK’ün, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” sözünün anlatmak istediği gerçek, budur.
Sevgili genç meslektaşlarım,
Eğer, Yüce Ulusumuzun, gerçekten, saygı ve güven duyacağı, yüce kişi diye bakacağı yargıçlar olmak istiyorsanız, düşüncenizi, aklın ve bilimin öğretisinin dışındaki etkilerin tutsaklığından; doğmalardan korumak; çok çalışmak, çok okumak; özgür düşünceli olmak zorundasınız.
Verdiğiniz kararın doğruluğuna tarafların inanmalarını sağlayacak gerekçeleri, ancak, bu şekilde üretebilirsiniz.
Özgür düşünceli nesiller yetiştirmek, Cumhuriyetimizin değişmez niteliklerinden olan “Laiklik İlkesi”nin ve Cumhuriyeti kuranların eğitim politikalarının da, temel amacıdır.
Ben, sizlerin, Cumhuriyetin kuruluşuna, kanıyla, canıyla, emeğiyle katkıda bulunan o Muhteşem Kahramanlara ve Ulusumuza layık yargıçlar olacağınız konusunda sarsılmaz inanç taşıyorum.
Gözlerinizden öpüyorum. Yolunuz açık ve beyniniz aydınlık olsun.