6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun 3’üncü Maddesinde Asliye Hukuk Mahkemelerinin Görevine Bırakılan Tazminat Davaları[1]

Kitabımızın (Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu), İdari Yargılama Usulü Kanununun 2’nci maddesiyle ilgili açıklamalara ayrılan bölümünde, Fransız Uyuşmazlık Mahkemesinin 8 Şubat 1873 tarihli Blanco Kararından söz etmiş ve bu kararın ilgili bölümüne yer vermiştik. Bu kararda; idarenin sorumluluğunun gündeme getirileceği davalarla ilgili olarak, İdari Yargı – Adli Yargı görev ayrılığına ilişkin önemli ilkeler konulmuştur. Bu ilkelerden, burada, kısaca, söz etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Karara göre;

– Kamu hizmetinin yürütümünde çalıştırdığı kişilerce özel kişilere verilen zararlar dolayısıyla Devlete düşen sorumluluğun, özel kişiler arasındaki sorumluluğu düzenleyen kurallardan farklı, özel kuralları vardır. Bu kurallar, kamu gücüne özgü, Özel Hukukun (Borçlar Hukukunun) tazmin sorumluluğu ile ilgili kurallarının oluşturduğu sistemden ayrı bir sorumluluk sistemi oluşturmaktadır.

– Bu sistemin ve dolayısıyla kuralların amacı, zararın ilişkin olduğu kamu hizmetinin gereklerini ve özelliklerini de göz önünde tutarak, güçlü Devletin çıkarlarıyla zayıf bireyin haklarını uzlaştırmaktır.

– İdarenin söz konusu sorumluluğunu konu alan davaların, anılan kurallar uygulanarak, çözümlenmesi görevi, idarenin faaliyetlerinin hukuka uygunluğunun denetiminde uzmanlaşmış; onun gereklerini ve ihtiyaçlarını iyi bilen yargıçlardan oluşan, idari yargı yerlerine aittir.

İdari Yargı – Adli Yargı görev ayırımında temel taşı olan bu kararın verildiği tarihten 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2011 gününe kadar, 137 yıl süre ile, Ülkemiz dahil, idari yargı sistemine sahip tüm ülkelerde, kamu idaresinin idari nitelikteki işlem ve eylemlerinden doğan (maddi – manevi, insani – gayri insani) zararların tazminine ilişkin tüm istekler (sınırlı sayıdaki ayrık durumlar hariç), idari yargı yerlerinde açılan tam yargı davalarına konu edilegelmiştir. Bu süreçte, İdari Yargı, idarenin kamu hukukuna ilişkin sorumluluğunu yargılamakta uzmanlaşmış; bu sorumluluğa özgü kural, ilke ve içtihadı geliştirmiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz, sınırlı sayıdaki ayrık durum, Kanun koyucu’nun, hizmetin özelliklerini, haklı nedenleri ve kamu yararını göz önünde bulundurarak, belirlediği kamu hizmetlerine ilişkin idari işlem ve eylemlerden doğan zararların tazmini talepleriyle sınırlı bulunmaktadır. Ancak; Kanun koyucu, bu konuda, Anayasa Mahkemesinin 15.5.1997 gün ve E: 1996/72, K. 1997/51 sayılı kararında da vurgulandığı ve sonraki kararlarında[2] da sıkça yinelendiği üzere, sınırsız yetkiye sahip değildir. Kanun koyucu, ancak, “haklı nedenlerin ve kamu yaranının bulunması” koşuluyla, İdari Yargı’nın görev alanında bulunan bir uyuşmazlığın çözümünü, başka yargı düzenlerine mensup mahkemelere bırakabilme olanağına sahiptir. Ayrıca; söz konusu uyuşmazlığın, aynı Anayasa Mahkemesi kararında değinildiği üzere, İdari Yargı’nın görev alanına giren bir idari işlemle aynı konudan doğmuş olmaması da gereklidir.

4.2.2011 gün ve 27836 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak 1 Ekim 2011 gününde yürürlüğe giren, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun, 3’üncü maddesinde, bu ölçütlere uyulduğu tartışmalı, bir düzenleme ile, idari işlem ve eylemlerden doğan zararların bir kısmının tazmini istekleriyle açılan davaların görüm ve çözümü, asliye hukuk mahkemelerinin görevine bırakılmıştır. Madde;

“Ölüm veya vücut bütünlüğünün yitirilmesinden doğan zararların tazmini davalarında görev

MADDE 3- (1) Her türlü idari eylem ve işlemler ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine yahut kişinin ölümüne bağlı maddi ve manevi zararların tazminine ilişkin davalara asliye hukuk mahkemeleri bakar. İdarenin sorumluluğu dışında kalan sebeplerden doğan aynı tür zararların tazminine ilişkin davalarda dahi bu hüküm uygulanır. 30/1/1950 tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri saklıdır.” düzenlemesini içermektedir. Görüldüğü üzere; maddeye görei, her türlü idari eylem ve işlem ile idarenin sorumlu olduğu diğer sebeplerin yol açtığı zararlardan;

– Vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine,

– Yahut kişinin ölümüne,

bağlı maddi ve manevi zararların tazminine ilişkin davaların, Hukuk Muhakemeleri Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, asliye hukuk mahkemelerinde açılması gerekmektedir.

İdari işlem ve eylemler ile idarenin sorumluluğunu gerektiren diğer sebeplerin yol açtığı vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine bağlı zararların; hastaneye sevk ve hastane masrafları, iş görmezlik nedeniyle oluşan maddi kayıplar, protez takılmasının gerektirdiği masraflar ve manevi nitelikli zararlar olduğunu söyleyebiliriz. Ölümün, idari işlemin uygulanması veya eylemin yapılması sırasında gerçekleşmesi halinde, hastaneye sevk ve hastanede yapılacak masraflar, cenaze masrafları, destekten yoksunluk ve manevi acılar da, bu nitelikte zararlardır. Ancak; ölümün, hastanede, bir süre tedaviden sonra gerçekleşmesi halinde, ölüm anından önce yapılan ameliyat, tedavi, bakım ve ilaç masraflarının ölümü bağlı zarar olarak nitelendirilmesi, pek olanaklı görünmemektedir. Bu tür masraflar, ölüme değil; idarenin işlem veya eylemine ya da idarenin sorumluluğunu gerektiren diğer sebeplere bağlı zararlardır. Aynı durum; vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen kaybının, idarenin işlem ya da eyleminin doğrudan sonucu olmaması; örneğin, idari işlem veya eylemin neden olduğu yaralanmanın, tedavi sürecinde, kangrene yol açması sebebiyle, ilgili organın kesilmesi halinde, bu tarihten önce yapılan masraflar açısından da mevcuttur. Bu bakımdan; görev ölçütü olarak, zararın idarenin işlem veya eylemine ya da idarenin sorumluluğunu gerektiren diğer sebeplere değil de, vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ve ölüme bağlanması, uygulamada görevli yargı yerinin tespiti konusunda belirsizliklere ve yeni görev uyuşmazlıklarını yol açabilecek niteliktedir.

Bu açıklamalara göre; idari işlem ve eylemler ile Devletin sorumluluğunu gerektiren diğer sebeplerden kaynaklanan zararlardan şunların tazmin isteklerini konu edinen davaların görüm ve çözümü, İdari Yargı’nın görev alanında kalmaktadır:

– İnsan vücuduna verilen, ancak vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesi sonucunu yaratmayan zararlar. Örneğin, herhangi bir organın kaybına neden olmayan yaralanmalardan kaynaklanan maddi ve manevi zararlar.

– Yukarıda, vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine veya ölüme yol açan idari işlem ve eylemlerle diğer sebeplerden kaynaklandığı; ancak, doğrudan vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesine ya da ölüme bağlı olmadığı açıklanan zararlar.

– İnsanın sahibi olduğu maddi ve manevi değerlere; örneğin, hayvanlarını, evine, ticari faaliyetine verilen zararlar.

Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesinin, Hükümet Tasarısında olmayan, anılan düzenlemesi, Adalet Komisyonunda Tasarıya eklenmiştir. Gerekçesi, Adalet Komisyonu Raporunda,;

“Sağlık ve yaşam hakkı, en temel bir insan hakkıdır. Sorumluluk doğuran bir nedenle vücut bütünlüğünün kaybı veya kişinin ölümü, sağlık ve yaşama hakkının tipik bir ihlalidir. Hukuk sistemlerinin bu ihlaller için öngördüğü tazminatlarla ortaya çıkan insan hakkı ihlali ikame edilmektedir. Sorumluluk hukukunun bir dalı olarak “insana verilen zararlar ve onun tazmini” çerçevesinde “tazminat hukuku”, insan hakkı ekseninde temellenen özel bir disipline dönüşmüştür. Bu hukuk dalının cevherini oluşturan, bizatihi insandır ve onun varlığıdır.

İnsana verilen zararlarının tazmini hukukunda hangi yargı kolu görevlendirilmelidir sorusuna cevap aranırken, insana ilişkin bu durumun tam olarak gözetildiği, hatta bunun ayırdına varıldığı söylenemez. Gerek kurucu iktidar ve yasama iktidarının ortaya koyduğu çözüm gerekse Yüksek Mahkemelerin içtihatlarıyla ortaya çıkan uygulama da farklı değildir.

Askeri olsun sivil olsun, idari yargı kolu (yolu) ile adli yargı kolu (yolu) arasındaki görev ayrımında -doğal olarak- idari hizmet alanının niteliği gözetilmiştir. Tam yargı davalarında da aynı ölçüt benimsenmiştir. Sözgelimi, sorun insan zararı olduğunda, sorumluluğu doğuran alanın (sebebin) özelliği yerine, öznesini insanın oluşturduğu “zarar unsuru” öne alınamaz mı sorusuna, hukuk inşası yönünden bir cevap aranmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin insan hakları noktasında bulunduğu derinlik düzeyini de resmetmektedir.

Özünü kaybeden bir insanın davasının görev alanı tartışması ile karşılaşması hâlinde askerî, idarî, adlî yargı kolları arasındaki on yılları aşan seyahati, Uyuşmazlık Mahkemesinin zamanına ve oluşumuna göre farklı çözümleri, süre aşımı, kısmi dava, tazminat miktarı (hesaplama farklılığı) riskleri, çok farklı hukuk alanlarının farklı çözümler üretmesi sorunları; görünürde hukuk kılıfına sarılmış olsa da özü itibarıyla ve adalet duygusu ekseninde hukuk devletinin taşıyamayacağı birer yüktür.

Sorunun çözümünde temel yaklaşım, insan zararlarında görev belirlenirken zararı doğuran sebebin ait olduğu alanın yapı ve niteliği yerine, zararın süjesini (insanı) esas alan bir ölçütün temel alınmasıdır. “Alan ölçütü mü, zarar ölçütü mü” karşılaştırmasında özne insan olduğunda elbetteki “zarar ölçütü” denmelidir.

Kamulaştırma, kamulaştırmasız el atma, tapu sicilinin tutulması sebebiyle Devletin sorumluluğu, finans hukuku konularında, -idari işlem ve eylem- alanı olmasına rağmen- idari yargı alanından adli yargı alanına yasa ve içtihatla yapılan görev transferinin insan zararları hukukunda gerçekleştirilmemiş olması, tam bir paradokstur. Tapu ve mülkiyet hakkına tanınan yargılama hukuku çözümü, insan cevheri için esirgenebilmiştir.

Öte yandan, idarî yargı, insan zararlarını Borçlar Kanunu 41 ve devamı maddelerine göre hesaplayıp sonuca bağlamaktadır. Bu konuda idare hukuku ve idarî yargı hukuku, temel alacağı somut hukuk normlarına sahip değildir. Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin irad şeklinde bağlanan tazminatın değiştirilmesi davası sebebi ile kurduğu içtihatta ortaya koyduğu yaklaşım, insan zararları hukuku ile tam bir uyum içindedir. Karar şöyledir: “Ancak Ülkemizde, idare mahkemeleri, Danıştay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde açılabilen tam yargı davalarında bu mahkemeler sorumluluğu belirlerken, tazminata hükmederken, tazminat hukukunun diğer kurallarını uygularken üst norm olarak Borçlar Kanunu ya da Medeni Kanunu temel almakta, idare hukukunun kendisine has özelliğinin doğal sonucu olarak, Anayasanın emredici hükümlerinin çatısı altında, söz konusu yasaları bünyesine uyduğu ölçüde doğrudan uygulamakta, çeliştiği hallerde başta Anayasanın başlangıç hükümleri ve 40, 125 ve 129 uncu maddeleri olmak üzere diğer maddeler ile 1602 sayılı Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin 24, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun …. maddesi gibi hükümleri esas alarak uyuşmazlıkları çözümlemektedirler”. Bu davaların baskın karakterini, olaya yol açan maddi sebebin hukuki niteliği (idari hizmetin mahiyeti) değil, zararın bağlı olduğu insan ve insan zararının hesaplanması ilke ve değerleri ortaya koymaktadır.

Anayasamızın 142 nci maddesi çok açıktır. “Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.”

Yasama organı, anlaşmazlığın niteliğine, uygulamada yaşanan ve adil yargılama hakkı ile bağdaştırılamayacak kronik sorunlara, hukuk disiplininin ulaştığı özerk karaktere ve diğer bilimsel verilere göre, yargı kolları arasındaki görev alanını baştan belirleyebileceği gibi, bu konudaki normları değiştirebilir, yeniden düzenleyebilir. Anayasa, her somut olaya göre yeniden okunmalı, varsa yeni anlamları keşfedilmelidir. Bu, onun esnekliğinin ve uzun ömürlülüğünün de bir gereğidir.

Anayasamızın yargı kollarını düzenleyen normları, doğrudan görev direktifi veren normlar değildir.(Anayasanın 125, 154, 155, 157 ve diğer maddeleri) görev kuşkusuz, yargı kollarının yapısı da gözetilerek ve fakat somut-sorun alanının özelliği öne alınarak, yasama organınca yasa ile belirlenir.

İdari yargı-adlî yargı görev ayrımı bakımından durum farklı değildir. (Anayasanın 142 nci maddesi) Doktrindeki ağırlıklı görüş ve bazı yargı kararları da bu hususu doğrulamaktadır.

Bundan böyle:

a- Askeri olsun veya olmasın her türlü idari işlem, eylem ve diğer sebeplerden kaynaklanan insan zararları (vücut bütünlüğünün kaybı, ölüm sebepleri ile iş göremezlik, destekten yoksun kalma, manevi tazminat) talepleri asliye hukuk mahkemelerinde görülebilecektir. İdari yargı diliyle “tam yargı davalarının” insan zararlarına ait bölümü, idari yargının görev alanından çıkarılmıştır(Anayasanın 142 nci maddesi). Örneğin bir askeri gemi ile ticaret gemisinin çarpışmasında gözünü yitiren bir asker, davasını Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde değil, asliye hukuk mahkemesinde açabilecektir.

b- Bu davalar, doğaldır ki idare hukuku normlarına değil, özel hukuk normlarına, (Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Borçlar Kanunu ve Türk Medenî Kanunu ile diğer özel hukuk kanunları) bağlı olacaktır. Nitekim Türk Borçlar Kanunu Tasarısına, bu konuda Adalet Komisyonu tarafından bağımsız bir hüküm de eklenmiştir. Türk Borçlar Kanunu Tasarısı komisyon versiyonundaki 55 inci maddesi şöyledir:…” şeklinde açıklanmıştır.

İnsan hayatının, her şeyden önemli olduğu hususunun tartışma konusu yapılacağını sanmıyoruz. İnsan hayatının zarar doğmadan önce, her türlü tehlikeye karşı korunmasının ve bu konuda, varlık nedenini kendisini oluşturan insanların huzur ve güven içerisinde yaşamaları ve gelişmeleri ihtiyacından alan; daha açıkçası, insan için var olan, Devlete düşen görevlerin noksansız yerine getirilmesinin de, hukuk devletiyim diyen her devlet için olmazsa olmaz olduğunu da söylemeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Dahası, her türlü koruma önlemine karşın insan hayatı için oluşan zararların, en kısa sürede ve en etkin biçimde, giderilmesinin gerekliliği konusunda da söylenecek aykırı düşüncenin olabileceğine olasılık vermiyoruz. Tüm bunlar, insan yaşamını ve onun vücut bütünlüğünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümüyle görevli, hangi yargı düzeninin hangi yargı yeri olursa olsun, yargıcın, herhangi bir kaygı taşımaksızın, yargılamasını yaparken, ön kabulle davranacağı hususlar. Ancak, insanın vücut bütünlüğüne verilen zararlar dolayısıyla açılan davalardan idari işlem ve eylemlerle Devletin sorumluluğunu gerektiren diğer durumlardan doğan zararların tazmini isteklerini konu edinenlerin, bu davaları çözümlemek üzere var olan uzman mahkemelerin görevinden alınarak, aynı kaynaklardan doğmayan benzerleri ile birlikte, farklı yargı düzeninin farklı mahkemesinde toplamasında, Anayasa Mahkemesi kararlarında kabul edilen, haklı neden ve kamu yararı bulunması ölçütlerine ve Anayasa hükümlerine uygunluk olması da gereklidir.

– Haklı Neden Ölçütü Bakımından İnceleme: Komisyon gerekçesinde, söz konusu davaların asliye hukuk mahkemelerinin görevine bırakılmasını haklı kılan neden olarak, insan vücuduna verilen zararların niteliği gösterilmiştir; yani, zarar ölçütü esas alınmıştır.

Oysa; bir tazminat davasında, tazmini istenilen zararın niteliğinden çok, bu zararı veren davranışın ve sorumlusu ile sorumluluğun sebebinin; bu sebebi azaltan ya da kaldıran nedenlerin olup olmadığının belirlenmesi önem taşımaktadır. Zararın niteliği, bu zararın giderilmesi için hükmolunacak tazminat tutarının, özellikle de, manevi tazminat tutarının belirlenmesinde etkilidir. Eğer, ortada, zarar doğurucu bir davranış yoksa ya da var olan davranış o zararın nedeni değilse veya bu davranışı yapanın sorumluluğunu gerektiren bir durum bulunmuyorsa; zararın niteliği ve insan yaşamı için önemi ne olursa olsun, hükmolunacak tazminat da yok demektir. Bu, kamu idaresinin sorumluluğunu düzenleyen sorumluluk sistemi için de, Borçlar Hukukunun sorumlulukla ilgili kuralları için de aynıdır. Yani; davaya hangi yargı düzenine mensup yargı yeri bakarsa baksın, bu yönlerden değişen bir durum söz konusu değildir. Yargı yerlerine göre değişebilecek olan; zarar doğurucu davranışın varlığı, zararla bu davranış arasında illiyet bağı olup olmadığı ve davranışta bulunanın sorumluluğunu gerektiren ya da bu sorumluluğu azaltan veya kaldıran nedenlerin bulunup bulunmadığı konularındaki araştırma, inceleme ve yargılama deneyimi, birikimi ve uzmanlığıdır.

Kitabımızın (Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu)  “Giriş” bölümünde de değinildiği üzere, İdari Rejim’de, kamu idaresinin kamu hizmetini yürütürken tabi olduğu kurallar, bireylerin kendi aralarındaki ilişkilerinde veya idare edilen gibi davrandığı durumlarda Devletle olan ilişkilerinde tabi oldukları kurallardan farklıdır. İdare Hukuku adını verdiğimiz hukuk dalına ait olan bu kurallar, kamu idaresine faaliyetlerinde, bireylere nazaran üstün güç ve yetkiler vermektedir. Bu yetkilerin kullanılmasıyla tesis edilen idari işlemlerle yapılan idari eylemlerin hukuka uygunluklarının denetimi, denetleyen yargıçlarda, idarenin işleyişi, ihtiyaçları ve gereklilikleri ile bu kuralların uygulanması konularında, deneyim, birikim ve uzmanlık gerektirmektedir. Bu deneyim, birikim ve uzmanlık, aynı zamanda, yargı denetiminin, toplumu oluşturan tüm bireylerin yararına olan, kamu hizmetinin işleyişinde sorunlara yol açmaması için de gereklidir. Esasen; salt bu nedenlerle, Adli Yargı Düzeni yanında, ondan ayrı ve bağımsız bir yargı düzeni olan İdari Yargı Düzeni oluşturulmuştur. İdari Yargı’nın varlık nedeni, bu denetimdir ve İdari Yargı, bu denetimde, 137 yıldan bu yana, bireyin hak ve özgürlüklerini en etkili biçimde korunabilmesi için gerekli deneyim, birikim ve uzmanlığını, hizmet kusuru ve objektif sorumluluk konularında geliştirmiş olduğu ilke ve içtihatlarıyla oluşturduğu zengin “Sorumluluk Hukuku” literatürü ile kanıtlamış bulunmaktadır.

Durum böyle iken; idarenin sorumluluk alanına giren zararlardan insanın vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen kaybedilmesinden veya ölümünden kaynakların tazmini isteklerini konu edinen davaların, idarenin kamu hukuku alanındaki faaliyetlerinin denetlenmesinde deneyimi olmayan; deneyimi, eşit kişiler arasındaki uyuşmazlıklara özel hukuk hükümlerinin uygulanmasıyla ilgili bulunan asliye hukuk mahkemelerine bırakılmasını, ne mağdurların çıkarları, ne de genelin yararına olan kamu hizmeti yönünden, haklı kılacak bir nedenin olduğunu sanmıyoruz. Esasen; Kanun koyucu’nun düzenlemeyi yaparken dayanmış olduğu, “zarar ölçütü” yönünden de, düzenleme, kendi içerisinde çelişkilidir. Eğer; görev kuralının belirlenmesinde haklı neden uğranılan zararın niteliği ise, insan vücuduna verilen zararlardan, vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesi sonucunu yaratmayanların, yaratanlardan ayrı tutulmasını gerektiren önem ve nitelik farkını açıklamak zor görünmektedir.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6’ncı maddesi ile Anayasamızın 36’ncı maddesinde öngörülen adil yargılanma hakkının önemini ve bu hakkın tanımı konusundaki İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin içtihatlarını göz önünde bulundurulduğumuzda; bize göre, 3’üncü madde ile yapılan görev değişikliğini haklı kılabilecek nedenler, bu değişiklikle görevli kılınan mahkemelerde uygulanan yargılama usulünün anılan davaların davacıları için daha etkin koruma sağlayacak kurallara sahip ve daha az masrafla ve, bu mahkemelerin iş durumu bakımından,  daha hızlı sonuç almaya elverişli olmasıyla açıklanabilir.

İdari Yargılama Usulünün en önemli özelliklerinden biri, Kitabımızın 1’inci madde ile ilgili bölümünde açıklandığı üzere, idari yargı yerlerinin re’sen araştırma yetkisinin bulunmasıdır. Bu yetki sayesinde, idari yargı yerleri, tarafların getirdikleriyle bağlı kalmaksızın, uyuşmazlığın çözümü için gerekli her türlü bilgi ve belgeyi, bu bilgi ve belgenin bulunduğunu düşündüğü, tüm kuruluş ve yerlerden, re’sen getirtip inceleyebilme olanağına sahiptir. Oysa, asliye hukuk hakimi, uyuşmazlığı çözümleyebilmek için, tarafların getirdikleri delillerle yetinmek zorundadır. Mahkemenin, davadaki talebin haklılığını kanıtlamaya elverişli delillerin varlığını tespit ve onları elde etme konusunda, davacılardan daha avantajlı durumda olacağında kuşku yoktur. Böyle bir avantajın, davacıların hakları bakımından, daha etkin koruma sağlayacağını ise, söylemeye gerek bulunmamaktadır.

Davacıların hakları yönünden daha güvenceli olabilecek başka bir nokta da, idari yargı yerlerinin, asliye hukuk mahkemelerinden farklı olarak, miktarla sınırlı kimi davalar dışında, uyuşmazlıkları, bir başkan iki üyeden oluşan kurul halinde inceleyip karara bağlamalarıdır.

Dahası; yargılama giderleri bakımından da, asliye hukuk mahkemelerinde yapılan yargılamanın, idari yargı yerlerinde yapılandan daha az masraflı olduğu söylenemez. Aksine; bu mahkemelerde uygulanan sözlü yargılama yöntemi, yazılı yargılamanın esas olduğu idari davalardakinden fazla yargılama gideri yapılmasını gerektirebilecek niteliktedir.

Mahkemelerin iş durumu ve bir davanın sonuçlanması için geçen süre ise, istatistik rakamlarıyla belirlenebilecek niteliktedir. Madde gerekçesinde, bu konudaki bir veriye dayanılmamış olması, düzenlemenin nedeninin, davadan daha hızlı sonuç alma amacının olmadığını göstermektedir. Esasen; adalet istatistiklerinde de, idari yargı yerlerinde makul sürenin aşıldığına dair bir veri yoktur.

Bu açıklamalar, esasen görevli yargı düzeninin belirlenmesinde sınırsız takdir yetkisine sahip bulunmayan Kanun koyucu’nun, Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesindeki düzenlemeyi yaparken, Anayasa Mahkemesinin kararlarında, Anayasaya uygunluk için aranan, “haklı neden ölçütü”ne uygun davranmadığını, yeterince açık biçimde ortaya koymaktadır.

– Kamu Yararı Ölçütü Bakımından İnceleme: Hukuk devletlerinde, yargı yerlerinin, kamu düzenini ilgilendiren, görevleri ile ilgili olarak yapılan düzenlemelerdeki kamu yararı, bu düzenlemelerin, “Kuvvetler Ayrılığı İlkesi” ile, onun İdari Rejimin uygulandığı ülkelerde gerçekleşme koşulu olarak kabul edilen,“Yargı Ayrılığı İlkesi”ne uygun olmasında ve yargılama ile ilgili usul ve adalet sorunlarının olabildiğince engellemesindedir.

Yargı Ayrılığı İlkesi, idarenin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunun denetiminin, bu denetim için kurulan İdari Yargı sistemi tarafından yapılmasını; başka yargı düzenlerinin ise, bu denetime karışmamalarını gerektirir. Bununla birlikte, yukarıda söylediğimiz gibi, bu kuralın bazı istisnalarının bulunduğu da bir gerçektir. Ancak; bu istisnalar, Anayasa Mahkemesinin sözünü etmiş olduğumuz kararlarında da söylenildiği üzere, istisna düzeyindedir ve haklı neden ve kamu yararı gerekçesine dayalıdır. Bu bakımdan; İdari Yargı’nın görevlerinden bir kısmının başka yargı düzenlerine devri istisna düzeyinde kalmak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin anılan kararlarında bu koşuldan açıkça söz edilmemekle birlikte, varlığı, kararların konusu olan düzenlemelerden ve Yüksek Mahkemenin bu düzenlemeleri anayasaya uygunluk açısından denetlerken kullandığı ifadelerden çıkarılmaktadır. Düzenlemenin istisnai niteliğinde kalması, çözümü başka yargı düzenlerine devredilen uyuşmazlıkların ilişkin olduğu kamu hizmeti alanının sınırlarının belli edilmiş olmasına bağlıdır. Düzenlemede ise, idarenin her türlü eylem ve işlemi ile Devletin sorumluluğunu gerektiren diğer sebeplerden doğan zararların giderilmesi konusundaki istekleri konu alan davalardan asliye hukuk mahkemelerine devredilenler, belirli bir kamu hizmeti alanı ile sınırlı değildir. Aksine, Kamu Hukukuyla kamu idaresinin görevine bırakılan tüm kamu hizmeti alanlarını kapsamaktadır. İdari Yargı’nın görev alanının büyük bir bölümünü kapsayan, böyle bir devrin istisnai nitelik taşıdığı ileri sürülemez. İstisnai olma niteliğini yitiren bu tür bir devir ise, Anayasanın yargı ayrılığı ilkesine aykırıdır ve Kanun koyucu’nun, Anayasa Mahkemesinin kararlarına göre, mutlak olmayan takdir yetkisinin mutlak olarak kullanılması niteliğindedir.

Dahası; yukarıda da değinildiği üzere, bireylerin vücut bütünlükleri için doğan zararların, idarenin hizmet kusuru ya da kusursuz sorumluluğunu doğurup doğuramayacağının belirlenmesi, ancak idarenin zarara neden olan eylem veya işleminin hukuka uygunluğunun denetimi ile olanaklıdır. Bu tür denetim ise, Anayasa ile, İdari Yargı’ya tanınmış bir yetkidir. Bu yetkinin başka yargı düzenlerince kullanılması, sözü edilen istisnai durumlar dışında, başka yargı düzenlerinin, idarenin işleyişine, Anayasayla yasaklanan biçimde, müdahaleleri anlamına gelir.

Yukarıda; Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesinde yapılan düzenlemenin, yalnızca insanın vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen kaybedilmesi ya da ölümünün neden olduğu zararların giderilmesi istekleriyle ilgili davaları kapsadığına; insana verilen ancak vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen kaybedilmesi sonucu yaratmayan zararlarla mal varlığına verilen zararları kapsam dışında bıraktığına değinmiştik. Bunun anlamı; idari nitelikteki aynı işlem, eylem ya da durumdan 3’üncü maddede tanımlanan türde zararlarla birlikte, bu nitelikte olmayan; örneğin mal varlığına verilen zararların da doğması halinde; mağdurun, vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesi veya yakınının ölümü sonucu doğan zararlarını, asliye hukuk mahkemelerinde; mal varlığına, örneğin, evine, hayvanlarına, bağına, ürününe verilen; hatta, yakınının ölümünden önce tedavisi için yapılan masrafların sonucu olan zararlarını ise, idare mahkemesinde açacağı iki ayrı davaya konu etmek zorunda kalmasının kaçınılmaz olacağıdır.

Aynı sebebe dayalı tazminat isteklerinin farklı yargı düzenindeki mahkemelerde iki ayrı davaya konu edilmesinin sonuçları ise şunlardır:

– Mağdur için, iki ayrı yargılama gideri ve emek harcanmasını gerektirecektir. Örneğin; iki ayrı başvuru ve karar harcı, iki ayrı posta gideri ve iki ayrı avukatlık ücreti ödemesi gerekecektir.

– İki ayrı davada, iki ayrı mahkeme, iki ayrı emek ve zaman harcamak durumunda kalacaktır.

– İki ayrı davada, davanın sebepleri ile taraflarının aynı olmasına karşın, hakkın yerine getirilmesini güçleştirecek şekilde iki ayrı kararın verilmesi ve, bu yüzden, davanın, Uyuşmazlık Mahkemesine kadar götürülmesi, dolayısıyla makul sürenin aşılması durumlarıyla karşılaşılabilecektir.

– Aynı mağdurun, davalarından birini kazanırken, diğerini kaybetmesinden, yargı ve adalete güven ve inanç zarar görecektir.

– Aynı idari işlem veya eylemin, farklı yargı düzenlerinde, hukuka uygunlukları yönünden, farklı değerlendirmelere tabi tutulması söz konusu olabileceğinden, idarenin, genelin yararını gerçekleştirmek amacıyla yapmakla görevli bulunduğu, kamu hizmetinin yürütümünde sorunlarla karşılaşılacaktır.

Anayasal yargı düzeni, mağdurların çıkarları, kamu hizmetinin yürütümü, yargıya ve adalete güven ve inanç açılarından böyle sorunları olan düzenlemenin kamu yararına olduğunun söylenebileceğini sanmıyoruz.

– Anayasanın 157’nci Maddesi Yönünden İnceleme: Düzenleme, Anayasanın Askere Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluş ve görevleri ile ilgili 157’nci maddenin hükmüne aykırılığı tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Zira, madde, askeri olmayan makamlarca tesis edilmiş olsa bile, asker kişileri ilgilendiren ve askeri hizmete ilişkin olan idari işlem ve eylemlerin ilk ve son derece mahkemesi olarak yargı denetimin Askeri Yüksek İdare Mahkemesine ait olduğunu söylemektedir.

– Anayasanın 142’nci Maddesi Yönünden İnceleme : Anayasanın 142’nci  maddesi, Kanun koyucu’ya, mahkemelerinin görev alanlarını belirleme yetkisi verirken, sınırsız bir yetki tanımış değildir. Anayasanın Yargı Düzeni ile ilgili kabulü, üçlü yargı düzenidir: Adli – İdari – Askeri.

Böyle bir yargı düzeni ayırımının teorik ve teknik nedeni, Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu kitabımızda, İdari Yargılama Usulü Kanununun 1’inci maddesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz açıklamalarda sözü edilen, tarihsel nedenler dışında, bu yargı düzenlerinin görev alanlarına giren uyuşmazlıkların ve bu uyuşmazlıkların kaynağı olan faaliyetlerin özellikleridir. Salt bu nedenlerle, Kanun koyucu, genel görevli yargı düzeni olan, Adli Yargı Düzeni yanında, İdari ve Askeri Yargı düzenlerini oluşturmuştur.

Anayasada, askeri yargı dışında, Adli – İdari Yargı düzenlerinin görev alanlarını belirleyen bir düzenleme de yoktur. Bunun nedeni, İdari Yargı Düzeninin varlık nedeninde yatmaktadır. Daha açık olarak; bu yargı düzenini kurmayı hangi ihtiyaç gerektirmişse, görev alanını da o ihtiyaç belirlemektedir. Bu nedenledir ki, Kanun koyucu’nun 142’nci maddede kendisine verilen yetkinin kullanımı, bu ihtiyacı karşılayacak nitelikte ve bu ihtiyacın gereklerine uygun olmak zorundadır. Başka anlatımla; Anayasanın 142’nci maddesinde Kanun koyucu’ya tanınan yetki, Kanun koyucu’nun bu ihtiyacın gereklerine aykırı olarak kullanabileceği mutlak bir yetki değildir. Esasen; Anayasa Mahkemesinin yukarıda değindiğimiz kararlarında söylenen de, bizim bu görüşümüzle örtüşmektedir. Bize göre, bu yetki, her yargı düzenine mensup mahkemelerin o yargı düzenindeki görev, yetki ve işleyiş kurallarının belirlenmesiyle sınırlıdır. Yoksa; Kanun koyucu, arzusuna göre, yargı düzenlerinin görev alanlarını belirleme, yetkisine sahip değildir. Bu bakımdan; 3’üncü maddenin düzenlemesinin Anayasanın 142’nci maddesinde verilen yetkiye dayandırılması da isabetli olmamıştır.

– Zarar Doğurucu İdari İşlemin İdari Davaya Konu Edilmiş Bulunması Hali Yönünden İnceleme: Eğer, insanın, vücut bütünlüğünün kısmen veya tamamen yitirilmesi ya da bir yakınının ölümü sebebiyle uğramış olduğu zarar, idarenin tek yanlı idari işleminden ya da bu işlemin icrasından kaynaklanmış ise; zararın tazmini istemiyle açılacak davanın yanında, idari işlemin iptali istemiyle de dava açılabilir (İYUK. md.12). Böyle bir durumda; Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesindeki düzenleme, tazminat davasının asliye hukuk mahkemesinde; iptal davasının ise, idare mahkemesinde açılmasını gerektirmektedir.

Oysa; Anayasa Mahkemesinin, yukarıda değinilen, 15.5.1997 gün ve E:1996/72. K: 1997/51 sayılı kararı, aynı sebebe dayalı iki davadan birinin idari yargı yerinin görevine girmesi halinde, her iki davanın da, idari yargı yerinde açılmasını zorunlu kılmaktadır[3]. Her ne kadar, anılan karar idari yaptırımlarla ilgili ise de, koymuş olduğu ilke, idari işlemlerden doğan tam yargı (tazminat) davalarında da uygulanması gereken bir görev kuralı oluşturmaktadır. Böyle bir durumda, 3’üncü madde hükmünün anılan Anayasa Mahkemesi kararıyla konulan görev kuralını etkisiz kılması, nasıl mümkün olacaktır? Anayasa Mahkemesi kararlarının yasalar ile etkisiz kılınması, anayasal düzende kabul edilebilir olmadığına göre; bu sorun uygulamada çözümlenmesi zor usul sorunlarına yol açmayacak mı?

Bize göre; yukarıda sözünü etmiş olduğumuz usul sorunlarıyla bu usul sorunlarının, maddenin gerekçesinde, düzenlemeyi haklı kılmak için ileri sürülen usul sorunlarından daha ağır sonuçların olması kaçınılmazdır.

Sonuç olarak; Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesiyle yapılan düzenleme, bize göre, Anayasaya uygun değildir.

Turgut CANDAN

E.Danıştay Başsavcısı


[1] Not: Bu yazı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 3’üncü maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden önce, Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu Kitabımızın 5’inci baskısı için kaleme alınımış; ancak, Kitap baskıya verilimeden Anayasa Mahkemesinın (19.5.2012 gün ve 28297 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 16.2.2012 gün ve E: 2011/35, K:2012/23 sayılı) iptal kararı açıklandığından, kitaptan çıkarılmıştır. Bununla biirlikte; konunun tartışılmasında, özellikle de, Adli- İdari Yargı görev ayırımın anlaşılmasında,  yararlı olacağı düşüncesiyle, sitemizde yayımlanmıştır.

[2] Örneğin: AYM., 22.12.2011, E:2010/65, K:2011/169, R.G: 25.1.2012 – 28184.

[3]İtiraz yoluna başvuran Mahkeme’de bakılmakta olan dava, verilen para cezasının kaldırılmasına ilişkindir. 3194 sayılı Yasa’daki düzenlenen biçimiyle yıkım kararına karşı idarî yargıya başvurulacak ancak, 42. maddenin beşinci fıkrasının birinci tümcesi kuralı uyarınca para cezasına karşı, cezanın tebliğinden başlayarak yedi gün içinde Sulh Ceza Mahkemesi’ne itiraz edilebilecektir. Oysa yıkım kararının da, para cezasının da konusunu ruhsat alınmadan ya da ruhsata aykırı olarak yapılan yapı oluşturmaktadır. Her iki kararı alan da idaredir. İdarenin aynı yapı için aldığı kararın bir bölümünün idarî yargıda bir bölümünün adlî yargıda görülmesi yargılamanın bütünlüğünü bozar. İşlemin idarî işlem olduğunda duraksanamayacağına ve bu konuda hizmetin gereği haklı bir neden ve kamu yararı da bulunmadığına göre, idarî bir işlemin bölünerek bir bölümünün idarî yargının bir bölümünün de adlî yargının denetimine bırakılmasında isabet yoktur.”