Yasama, Yürütme ve Yargı, devletin üç erkidir. Bu üç erk birlikte egemenliği oluşturur. Yasama, devleti oluşturan toplumda düzeni sağlayıcı kuralları koyan; Yürütme, yasama organının koyduğu kuralları uygulayan; Yargı ise, bu kuralların uygulanmasından doğan uyuşmazlıkları çözen erktir. Kuvvetlerin birbirinden henüz ayrılmadığı dönemlerde, bu üç erk de, egemen güce; yani, monarka aitti; onun tekelinde toplanmıştı. Dolayısıyla; yasayı yapan da, yaptığı yasaları uygulayan da, uyguladığı yasalardan doğan uyuşmazlıkları yargılayan da, monark olmaktaydı. Esasen, o dönemlerde, egemenlik devlete aitti ve devlet monark, monark da devletti. Monark sarayda (palais) oturduğundan; devlet, dolayısıyla, bu üç erk sarayla sembolize edilmekteydi.

Ne zaman ki; Fransız Büyük Devrimi, 26 Ağustos 1789 gününde yayımlanan, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde, insan ve yurttaş haklarının önemine ve güvence altında olmasına vurgu yaptı; o zaman, bu üç erkin birbirinden ayrılması gereği anlaşılmış oldu. Bildirge, bu gereği, 16’ncı maddesinde; “Hakların güvence altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının bulunmadığı bir toplumda Anayasa yoktur” cümlesiyle duyurmuştur. Erklerin tek elde toplanmasının geçmişte insanlığa yaşattığı acı deneyimlerin beşeri hafızadaki silinmez izlerinin etkisiyle kaleme alınan Bildirge’de yer alan bu duyuru, açıkça, erklerin (kuvvetlerin) birbirinden ayrılmadığı, tek elde tutulduğu toplumlarda, anayasadan söz edilemeyeceğini; anayasası olmayan toplumlarda da, insan ve yurttaş haklarının güvencede olamayacağını ortaya koymaktadır. Jean Jacques Rousseau, Thomas Hobbes ve Montesquieu gibi düşünürlerin anayasa, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı konularındaki görüşlerinin alt yapısını oluşturduğu bu duyuruya göre; bir toplumda insan ve yurttaş haklarının güvencede olabilmesi, yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrılmasına ve birbirine karşı bağımsız olmasına bağlıdır.

Bildirgeyi uygulamaya koyarak, erkleri birbirinden ayıran Fransızlar, birşey daha yaptılar. Madem ki dediler; devleti (egemenliği) saray temsil ediyor ve madem ki, devlet (egemenlik) üç erkten oluşuyor; o halde her erkin bir sarayı olmalıdır. Ve sarayları ayırdılar. İşte; Fransa’da, küçük büyük, tüm mahkeme binalarına, palais de justice (adalet sarayı) denilmesinin nedeni budur. Gidin, bakın; Fransa’nın en küçük kasabasındaki küçücük mahkeme binasının kapısının üzerinde, palais de justice yazar. Bu şunu göstermektedir: Binayı saray yapan, binanın görkemi değil, o binada işlevini sürdüren yargı erkinin büyüklüğüdür. Palais de Justice sözcüğü yalnızca bir semboldür. Ama, önemli bir semboldür: Yargının, Yasama ve yürütmeden (onların saraylarından) bağımsızlığının sembolüdür.

O tarihten sonra; Fransız Yargısı, her türlü faaliyetini, hep kendi saraylarında yaptı. Ne kimi törensel faaliyetlerinin yapılması için Yürütmenin sarayına davet edildi; ne de bu faaliyetleri için, Yürütmenin görkemli saraylarının kendisine açılması isteğinde bulundu. Yürütme de, bu bağımsızlığa, isteksizce de olsa, özen göstermek zorunda kaldı. Hatta; yüksek yargı kuruluşu olmasına karşın, (kuruluşundaki tarihsel, teknik ve siyasi nedenler dolayısıyla) Fransız Anayasasının yürütme bölümünde yer alan Conseil d’Etat (Danıştay)’nın sembolik başkanı olan başbakanın, iki yüz yılı aşkın tarihinde, en fazla birkaç kez, Conseil d’Etat’nın açılış törenlerine katılıp, başkanlık yaptığı, Fransızlar tarafından, biraz da, övünmeyle karışık söylenir.

Fransızların, mahkeme binalarına Palais de Justice (Adalet Sarayı) deme uygulamaları, Cumhuriyetle birlikte bize de geçmiştir. Özellikle, son otuz yıl içinde, hükümet binalarının çatısı altından kurtarılarak, kendi binalarına kavuşturulan mahkeme binalarının kapılarına, “Adalet Sarayı” tabelaları istisnasız konulmuştur. Bunun, bir özenti sonucu mu, yoksa, Fransız uygulamasının nedeni bilinerek mi yapıldığını, doğrusu, bilmiyorum. Bilinçli yapılmış olmasını umuyorum. Ancak; son yıllardaki uygulamalar, mahkeme binalarına saray denilmesinin nedeninin ve erkler ayrılığı ile yargı bağımsızlığı (yasama ve yürütmenin saraylarından bağımsızlığını) sembolize ediyor olmasının öneminin, pek de ayırdında olunmadığını gösteriyor. Daha mesleğinin arifesindeki genç yargıçların kuralarının Yürütmenin Sarayında çekiliyor olması, bu gençlerde, daima Yürütmenin gölgesinde olmaları gerektiği izlenimini vermez mi sizce? Ki, o Yürütmenin Başı, aynı zamanda, bu gençlerin mesleki geleceklerini elinde tutan Kurulun (HSK) üyelerin atanmasında yetkili ve de bir siyasi partinin genel başkanı olursa. Bilimsel toplantıların Sarayın konferans salonunda yapılmasını ve bu konferansa, Yüksek Mahkeme mensuplarının görevmiş gibi çağrılmalarını vs’yi bir yana bırakalım; her adli yıl açılışının Saray’da yapılması kamu oyunda ne izlenim bırakır? Zihinlerde, yargı yerlerinin Yürütmenin koruması altında (halk deyimiyle, ‘koltuğunda’) faaliyete başlayacakları algısına yol açmaz mı? Hadi, mesleğin içinden gelen olarak, bu algıya karşın yargıçların kesinlikle tarafsızlıklarını koruyacaklarını ve kararlarında adaletten şaşmayacaklarını biliyor olalım; bu görüntü, halkta, yargıya güvensizlik yaratmayacak mı? Tarafsız olmak ve adil karar vermekten daha önemli olan, karar verenin tarafsızlığına ve adil karar verdiğine inanılması değil mi?

Baroların haklı tepkisine karşı Yargıtay, yayımladığı bildiride, bu tepkinin kamu oyunda karşılık bulamayacağını söylemektedir. Ben olsam, böyle bir cümle kurmadan önce, istatistiklere bakardım. Daha yeni, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, yargıya güvenin, 2018 yılında, % 38’1 olduğunu açıklamadı mı? Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın söylemlerine bakarsanız, bu güven, yüzde yirmilerde. İşte, karşılık… Yargıya güven bu mu olmalıydı? Bunda, yargının başındakilerin anılan davranışlarının olumsuz etkisi hiç mi yok sizce?

Şimdi hemen, şunu söyleyecekler: “Efendim. Yargıtay’ın konferans salonu yok; genel kurul salonu ise küçük, tüm davetlileri almıyor. Başka yerlerde açılış yapmaya mecburuz.”. Evet, doğru. O genel kurul salonunda çok kez bulundum. Gerçekten, adli yıl açılış töreni için uygun değil. Ama, Danıştay’ın yeni binasında koskocaman bir konferans salonu var; tam dokuzyüz kişilik. Danıştay da, bir yüksek yargı yeri. O da, adli yıl (çalışma yılı) açılışı yapıyor. Üstelik, birlikte yapıyorlar. Adli yıl açılış töreninin, o salonda yapılmamasının ne gibi bir mazereti olabilir? Hadi, orada yapmıyorsunuz; 2011 yılı adli yıl açılışında olduğu gibi; tamamen bağımsız bir otelin veya üniversitenin konferans salonunda yapamaz mısınız?

Eğer yapamıyorsanız da; iki de bir çıkıp, erkler ayrılığından, yargı bağımsızlığından, yargıya güvenden söz etmeyin.