Yasama, Yürütme ve Yargı, devletin üç erkidir. Bu üç erk birlikte egemenliği oluşturur. Yasama, devleti oluşturan toplumda düzeni sağlayıcı kuralları koyan; Yürütme, yasama organının koyduğu kuralları uygulayan; Yargı ise, bu kuralların uygulanmasından doğan uyuşmazlıkları çözen erktir. Kuvvetlerin birbirinden henüz ayrılmadığı dönemlerde, bu üç erk de, egemen güce; yani, monarka aitti; onun tekelinde toplanmıştı. Dolayısıyla; yasayı yapan da, yaptığı yasaları uygulayan da, uyguladığı yasalardan doğan uyuşmazlıkları yargılayan da, monark olmaktaydı. Esasen, o dönemlerde, egemenlik devlete aitti ve devlet monark, monark da devletti. Monark sarayda (palais) oturduğundan; devlet, dolayısıyla, bu üç erk sarayla sembolize edilmekteydi.
Ne zaman ki; Fransız Büyük Devrimi, 26 Ağustos 1789 gününde yayımlanan, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde, insan ve yurttaş haklarının önemine ve güvence altında olmasına vurgu yaptı; o zaman, bu üç erkin birbirinden ayrılması gereği anlaşılmış oldu. Bildirge, bu gereği, 16’ncı maddesinde; “Hakların güvence altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının bulunmadığı bir toplumda Anayasa yoktur” cümlesiyle duyurmuştur. Erklerin tek elde toplanmasının geçmişte insanlığa yaşattığı acı deneyimlerin beşeri hafızadaki silinmez izlerinin etkisiyle kaleme alınan Bildirge’de yer alan bu duyuru, açıkça, erklerin (kuvvetlerin) birbirinden ayrılmadığı, tek elde tutulduğu toplumlarda, anayasadan söz edilemeyeceğini; anayasası olmayan toplumlarda da, insan ve yurttaş haklarının güvencede olamayacağını ortaya koymaktadır. Jean Jacques Rousseau, Thomas Hobbes ve Montesquieu gibi düşünürlerin anayasa, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı konularındaki görüşlerinin alt yapısını oluşturduğu bu duyuruya göre; bir toplumda insan ve yurttaş haklarının güvencede olabilmesi, yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrılmasına ve birbirine karşı bağımsız olmasına bağlıdır.
Bildirgeyi uygulamaya koyarak, erkleri birbirinden ayıran Fransızlar, birşey daha yaptılar. Madem ki dediler; devleti (egemenliği) saray temsil ediyor ve madem ki, devlet (egemenlik) üç erkten oluşuyor; o halde her erkin bir sarayı olmalıdır. Ve sarayları ayırdılar. İşte; Fransa’da, küçük büyük, tüm mahkeme binalarına, palais de justice (adalet sarayı) denilmesinin nedeni budur. Gidin, bakın; Fransa’nın en küçük kasabasındaki küçücük mahkeme binasının kapısının üzerinde, palais de justice yazar. Bu şunu göstermektedir: Binayı saray yapan, binanın görkemi değil, o binada işlevini sürdüren yargı erkinin büyüklüğüdür. Palais de Justice sözcüğü yalnızca bir semboldür. Ama, önemli bir semboldür: Yargının, Yasama ve yürütmeden (onların saraylarından) bağımsızlığının sembolüdür.
O tarihten sonra; Fransız Yargısı, her türlü faaliyetini, hep kendi saraylarında yaptı. Ne kimi törensel faaliyetlerinin yapılması için Yürütmenin sarayına davet edildi; ne de bu faaliyetleri için, Yürütmenin görkemli saraylarının kendisine açılması isteğinde bulundu. Yürütme de, bu bağımsızlığa, isteksizce de olsa, özen göstermek zorunda kaldı. Hatta; yüksek yargı kuruluşu olmasına karşın, (kuruluşundaki tarihsel, teknik ve siyasi nedenler dolayısıyla) Fransız Anayasasının yürütme bölümünde yer alan Conseil d’Etat (Danıştay)’nın sembolik başkanı olan başbakanın, iki yüz yılı aşkın tarihinde, en fazla birkaç kez, Conseil d’Etat’nın açılış törenlerine katılıp, başkanlık yaptığı, Fransızlar tarafından, biraz da, övünmeyle karışık söylenir.
Fransızların, mahkeme binalarına Palais de Justice (Adalet Sarayı) deme uygulamaları, Cumhuriyetle birlikte bize de geçmiştir. Özellikle, son otuz yıl içinde, hükümet binalarının çatısı altından kurtarılarak, kendi binalarına kavuşturulan mahkeme binalarının kapılarına, “Adalet Sarayı” tabelaları istisnasız konulmuştur. Bunun, bir özenti sonucu mu, yoksa, Fransız uygulamasının nedeni bilinerek mi yapıldığını, doğrusu, bilmiyorum. Bilinçli yapılmış olmasını umuyorum. Ancak; son yıllardaki uygulamalar, mahkeme binalarına saray denilmesinin nedeninin ve erkler ayrılığı ile yargı bağımsızlığı (yasama ve yürütmenin saraylarından bağımsızlığını) sembolize ediyor olmasının öneminin, pek de ayırdında olunmadığını gösteriyor. Daha mesleğinin arifesindeki genç yargıçların kuralarının Yürütmenin Sarayında çekiliyor olması, bu gençlerde, daima Yürütmenin gölgesinde olmaları gerektiği izlenimini vermez mi sizce? Ki, o Yürütmenin Başı, aynı zamanda, bu gençlerin mesleki geleceklerini elinde tutan Kurulun (HSK) üyelerin atanmasında yetkili ve de bir siyasi partinin genel başkanı olursa. Bilimsel toplantıların Sarayın konferans salonunda yapılmasını ve bu konferansa, Yüksek Mahkeme mensuplarının görevmiş gibi çağrılmalarını vs’yi bir yana bırakalım; her adli yıl açılışının Saray’da yapılması kamu oyunda ne izlenim bırakır? Zihinlerde, yargı yerlerinin Yürütmenin koruması altında (halk deyimiyle, ‘koltuğunda’) faaliyete başlayacakları algısına yol açmaz mı? Hadi, mesleğin içinden gelen olarak, bu algıya karşın yargıçların kesinlikle tarafsızlıklarını koruyacaklarını ve kararlarında adaletten şaşmayacaklarını biliyor olalım; bu görüntü, halkta, yargıya güvensizlik yaratmayacak mı? Tarafsız olmak ve adil karar vermekten daha önemli olan, karar verenin tarafsızlığına ve adil karar verdiğine inanılması değil mi?
Baroların haklı tepkisine karşı Yargıtay, yayımladığı bildiride, bu tepkinin kamu oyunda karşılık bulamayacağını söylemektedir. Ben olsam, böyle bir cümle kurmadan önce, istatistiklere bakardım. Daha yeni, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, yargıya güvenin, 2018 yılında, % 38’1 olduğunu açıklamadı mı? Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın söylemlerine bakarsanız, bu güven, yüzde yirmilerde. İşte, karşılık… Yargıya güven bu mu olmalıydı? Bunda, yargının başındakilerin anılan davranışlarının olumsuz etkisi hiç mi yok sizce?
Şimdi hemen, şunu söyleyecekler: “Efendim. Yargıtay’ın konferans salonu yok; genel kurul salonu ise küçük, tüm davetlileri almıyor. Başka yerlerde açılış yapmaya mecburuz.”. Evet, doğru. O genel kurul salonunda çok kez bulundum. Gerçekten, adli yıl açılış töreni için uygun değil. Ama, Danıştay’ın yeni binasında koskocaman bir konferans salonu var; tam dokuzyüz kişilik. Danıştay da, bir yüksek yargı yeri. O da, adli yıl (çalışma yılı) açılışı yapıyor. Üstelik, birlikte yapıyorlar. Adli yıl açılış töreninin, o salonda yapılmamasının ne gibi bir mazereti olabilir? Hadi, orada yapmıyorsunuz; 2011 yılı adli yıl açılışında olduğu gibi; tamamen bağımsız bir otelin veya üniversitenin konferans salonunda yapamaz mısınız?
Eğer yapamıyorsanız da; iki de bir çıkıp, erkler ayrılığından, yargı bağımsızlığından, yargıya güvenden söz etmeyin.
Sayin hocam
Elinize yureginize saglik
Bu ulke sizin gibi cesaretli ve hukuka saygili bireylere hic olmadigi kadar ihtiyaci var.
Yolunuz acik olsun
Saygilarimla
Sn. TURGUT hocam, merhaba bu güzel yazı ve haklı serzenişinize sonuna kadar katılıyorum. Sizi yenide olsa takip etmeye başladım. Yazılarınızın hepsini tarayacağım yani notlar alarak gereken özveriyi göstererek. Bu arada sizden bir istirhamım olucak 🙏🏻 Ben daha çiçeği burnunda bir yüksek lisans öğrencisiyim. Bana önerebileceğiniz bir şeyler mutlaka vardır. Bana geri bildirimde bulunursanız çok mutlu olurum 🙏🏻
Öncelikle bana geri bildirimde bulunduğunuz için çok teşekkür ederim. Ben Volkan DENİZ Balıkesir Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Maliye Yüksek Lisans öğrencisiyim. Benim sizden talebim şu yönde: Ben maliyenin iktisadi boyutundan ziyade hukuki boyutu ile ilgilenmek istiyorum. Lisans dönemimde 2 ve 3. Sınıf gibi bu karara vardım. Biliyorsunuz ki biz maliye öğrencileri lisans öğrenimimizde hukuk dersleri görüyoruz ve o dönemlerde sadece dönemin yetmeyişi ve gerekli donanımı elde edememiş olmamızdan kaynaklı bir eksiklik hissediyorum. Hukuku nasıl ele alırsam daha iyi sonuçlar elde edebilirim bir noktada bunun üzerinde durmanızı istiyorum. En son ki Gümrük vergisi ile ilgili yazınızın yorum bölümünü okurken. Sn. Yerci ve Sn. Bulut ile yorumlarınızdan not aldım. Orada Sn. Yerciye verdiğiniz cevapta idari yargılama hususunda nasıl bir yol izlemeli bunu düşündüm. Mesleki anlamda gelişmek adına yabancı dili yeni öğrenmemden kaynaklı araştırmalarım Türkçe olarak ilerliyor. Sn. Hocam önümde kocaman 2 yıl var. Onu öyle bir kullanmak istiyorum ki gerçekten hayatım değişsin. Gelişimin peşinden gitmeyi çalıştığım için kendi branşımdaki kişilerden farkım olmasını istiyorum. Sizi Sn. ÖZGÜR BİYAN hocam önerdi takip etmem için. Eğitim hayatında neler yapmam gerek bunu öğrenmek istiyorum. Kaliteli eserler çıkartmak ve Allah nasip ederse sözü dinlenir bir akademisyen olmak istiyorum. 22 yaşındayım ve hayatımın en can alıcı noktasında olduğumun farkındayım bu yüzden bu yaşta beyindeki kıvılcımları arttırmak istiyorum. Üstadım sizi de yordum ama affedin. Biliyorum özgür hoca bıktı benden çünkü adamı bırakmıyorum istediğim boynuz kulağı geçsin ve kaliteli, doğru ve dürüstlükten şaşmayan bireyler yetiştireyim camiaya.
Vereceğiniz cevabı dört gözle bekliyorum hocam sağlıcakla kalın.
Değerli Volkan, merhaba,
İletinizdeki yaklaşımınızdan size küçük isminizle hitap etmenin daha doğru olacağını düşünerek, ilk yanıtımdaki hitap uslübünü terketmiş olmamı yadırgamıyacağınızı umarak satırlarıma başlıyorum. Öncelikle; sizi, kutlamak istiyorum. Hatta; bir kez değil, iki kez kutlamak istiyorum. Kutlamalarımdan ilki, güçlü öğrenme isteğinizle ilgili; ikincisi ise, cesaretinizle. Bu ikincisini, daha sonra, sırası geldiğinde söyleyeceğim.
Herhangi bir konuda başarılı olmanın ilk koşulu, başarıyı güçlü bir biçimde istemektir. İkincisi, kararlı olmak ki, güçlü istekten kaynaklanır. Üçüncüsü ise, başarıya ölçüt olacak bir hedef belirlemektir. İletinizi kaleme alırken, satırlarına, farkında olmadan, giydirdiğiniz heyecan, bu ilk ikisinin sizde olduğunu gösteriyor. Üçüncüsünü ise, zaten söylüyorsunuz. Boynuzun kulağı geçmesi ve sözü dinlenilen bir akademisyen olmak.
İstemenin güçlü olmasının, başarının ilk koşuyu olduğunu söyledim. Bu denli bir istek, aynı zamanda, sahip olduklarınızın başarıya ulaşmaya yeterli olamayacağını bilmek demektir. Biliyorum; Maliye Bölümünde, hukuk dersleri okutulmaktadır. Ben, 2001 ila 2005 yılları arasında dört dönem Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin Maliye Bölümüne, Vergi Uyuşmazlıkları Ve Çözüm Yolları dersini verdim. O tarihlerde, tartışılmak üzere ortaya atmış olduğum sorunlar üzerinde görüş beyan eden öğrencilerimin konuşmalarından edindiğim izlenim, bölümde verilen hukuk dersleriyle kazandırılan hukuk nosyonunun, değil maliyenin hukuk boyutunda akademik kariyer yapmak, takviye almadıkça, bir hukuki sorunu çözmeye bile yeterli olamayacağıdır. Bu bakımdan; akademik kariyere, bu durumu bilerek başlamak, bilme isteğini artırıcı en önemli etkendir ve, deyim yerindeyse, kişinin kendisini bilmesidir. Bu duygu öyle birşeydir ki; bildikçe daha çok bilmek istersiniz. Zira; edineceğiniz her yeni bilgi, size, ne kadar çok şey bilmediğinizi gösterir. Başka anlatımla da; cahil cesaretini ortadan kaldırır. Sizi, altını dolduramadığınız şeyler söyleyerek, mahcup olmaktan korur. Ne kadar çok şey bilmediğinizi öğrenmenizin sizde yılgınlık yarattığı an, kaybettiğiniz andır. Başarı için, bu durum sizde yılgınlık yaratmamalı; aksine, deyim yerinde ise, hırsınızı kamçılamalı, kararlığınızı pekiştirmelidir.
Başarı için, ortaya bir hedef konulmasının üçüncü koşul olduğunu söyledim. Bu, okul çağındaki çocuğun, kendi geleceği için, meslek hedefi belirlemesi gibi birşey. Ama, tam da o değil. Mesleki yaşamda, başarının çıtasını gösteren hedef diyebiliriz. Bu, kimine göre servet, kimine göre makam, kimine göre de kendi alanında başarılı bir kişidir. Servet ve makam, emanet at gibidir. Şans, kurnazlık, himaye, yakınlık gibi etkenlere açıktır; çabuk binebilirsiniz; ama, çabucak da inebilirsiniz. Kişisel başarı kolay kazanılmaz; emek, alın teri ve sabır ister. Alanın özelliğinden kaynaklanan kimi ayrık durumlar dışında, yavaş yavaş gelir; ama, kalıcıdır. Örneğin; Sayın Aziz SANCAR’ın başarısı, hiç de öyle hızlı ve kolay gelmemiştir. Ama, bilim dünyasında sonsuza kadar etkisini sürdürecektir. Bu tür bir kişisel başarı, her zaman olmasa da, makamı hatta serveti de getirebilir. Ancak; ne makam, ne de servet, bu tür başarının baş etkeni olabilir.
Siz, bu sonuncusunu seçmişsiniz. Ben de, meslek yaşamımda, bir çok kez, o alanda başarılı birilerini kendime hedef seçmiştim. Bu yüzden biliyorum, etkili bir seçim. Boynuz kulağı geçsin istiyorsunuz. Kulak ile sembolize ettiğiniz kişi de, Sayın Özgür BİYAN. Son derece isabetli bir seçim. Ancak; sizi uyarmalıyım; Sayın BİYAN, tanıdığım kadarıyla, kolay ulaşılması olanaklı bir hedef değildir. Doğrusu, çetin bir hedef. İşiniz çok zor olacak. Ama, hedeflerin en zorunu seçmek, daha zor hedeflere yelken açmanın anahtarıdır. Şimdiden kolaylıklar dilerim.
Sevgili Volkan, iletinizden, benden, size, akademik çalışmalarınızda başarılı olmak için hukuku nasıl ele almanız gerektiğini açıklamamı istiyorsunuz. Hukuktan kastınızın da; Sayın YERCİ ve Sayın BULUT’la olan yazışmalarımıza yapmış olduğunuz göndermeden, İdari Yargılama Hukuku olduğunu anlıyorum. Söz bu yazışmalardan açılmışken; ikinci kutlamamın nedenini açıklamanın zamanı geldi sanırım. Yazışmaları okudunuz. Kişiye, söz söylediği alandaki eksikliklerini söyleyip öneriler sunmam, uslüpte saygısızlık ve saygınsızlık olarak nitelendirildi. Bu benim özelliğim; doğru bildiğimi ve gördüğümü, eğip bükmeden, söylerim. Söylememeyi ya da söyleyememeyi, zayıflık ve bu zayıflıktan kaynaklanan ikiyüzlülük olarak sayarım. Kimsenin hatırına da, zayıflık gösterip, ikiyüzlülük yapamam. Siz, bunu okuyup, öğrendiğiniz halde, arası soğumadan, benimle yazışma cesaretini gösterdiniz. Bu, kendinizi bildiğinizi ve özgüveniniz olduğunu gösterir. Bu nedenle, bir kez daha kutluyorum sizi.
Sevgili Volkan, kuşkusuz, değerli hocanız Sayın BİYAN, size, gereksiminiz olan hukuk bilgisini nasıl elde edebileceğinizi, bu amaçla kullanabileceğiniz bilimsel yöntemleri öğretmiştir. Benim o kadar bilimsel kariyerim yok. O’nun öğrettiklerine ekleyecek çok birşeyim olamaz. Ama, size, kırk yılı yargıçlık ve savcılıkta geçen yarım yüzyıllık hukukçuluğumun bana kazandırdığı deneyimlere dayanarak, kendinizi seçtiğiniz alanda nasıl geliştireceğiniz konusunda önerilerde bulunabilir, benim uyguladığım hukuksal sorunlara yaklaşma yöntemlerini somut örnekler üzerinde gösterebilirim; ya da birlikte görebiliriz.
Şimdilik, burada bitirmek zorundayım. Saat geç oldu. Fısatını bulduğum ilk anda devam edeceğiz. Bu arada, siz, öncelik vermek istediğiniz konular varsa, onları bana yazabilirsiniz. İyi geceler diliyorum.
Üstadım tekrardan teşekkür ederim bana geri bildirimde bulunduğunuz için. Şu anda sahip olduğum gerek donanım gerekse akademik alt yapının yetersiz olduğunu biliyorum. Zaten bunun için mümkün olan her gün mutlaka branşıma göre araştırma yapıyorum. Fakat yetersiz kaldığının farkında olduğum için size ulaşmak istedim. Yıllarını hukuka vermiş sizin gibi çalışma ve çabalarını kişilere aktarmaya çalışan birinden yardım almak benim için onurdur hocam. Ben şu an denizde bir damla bile değilim, yorumda da belirttiğiniz gibi “Bildikçe bilmek istersiniz.” ibaresi kesinlikle beni tanımlıyor. Zaten hocam ulaşılması zor bir hedef seçtikçe daha çok çalışma isteği geliyor ve bireyin daha çok kendini tanıma fırsatı doğuyor diye düşünüyorum. Mali hukuk alanı düşündüğüm için bu alanda gelişim göstermem nelere bağlıdır hocam? Sonrasında Mali hukuku daha net bir şekilde anlayabilmek için hukukçu gözüyle ne tür kaynaklar kullanmalı ve kimleri takip etmeliyim? İdare hukukunu daha iyi öğrenebilmek adına idare hukukuna uyguladığınız yaklaşım yöntemleri nelerdir? Sn. ÖZGÜR BİYAN bana eğer kendini bir üst noktaya taşımak (kendini geliştirmek) istiyorsan yazmalısın demişti. Bende buna nazaran WordPress te blog açtım ve olabildiğince yazı yazmaya çalışıyorum. Siz bu konuda ne önerir siniz?
Sevgili Volkan, nedendir bilmiyorum, yanıtını ekranda yeni görebildim. O nedenle de gecikmiş oldum. Bana, blogunun adresini gönderirsen, bakmak istiyorum. Belki nasıl bir yardıma gereksinimin olduğunu daha iyi anlayabilirim. Sağlıcakla kal.
Sevgili Volkan, merhaba,
Önceki yazılarınızda, bana, akademik çalışmalarınız sırasında “hukuka nasıl yaklaşılması” gerektiğini öğrenmek istediğinizi; ilgi alanınızın da, İdari Yargılama Hukuku ve Vergi Hukuku olduğunu söylemiştiniz. Ben de, size, bu konudaki deneyimlerimi aktaracağımı, örnekler vereceğimi söylemiştim. Maliyeci dostlarım yine (!) kızacaklar; ama, bir anımla başlama ve o bağlamda konuyu geliştirmek istiyorum.
Yıl, 2006. 10 Mayıs 2006. Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde, her zaman yapıldığı gibi, sempozyum düzenlenmişti. Oturumlardan birinin konusu, Vergi Hukuku ile ilgili idi; oturumun başkanı da, bendim. Yer, Danıştay Başkanlığının Yenişehir’deki binası; salon da, Genel Kurul Salonu idi. O binada, Danıştay’ın yeni binasındaki gibi görkemli bir konferans salonu yoktu. Bu tür toplantılar, açılış törenleri, Genel Kurul Salonu’nda yapılırdı. Konuşmacıların sunumlarını bitirmesinden sonra, tartışmalara başlamak için ara verdik. Bu arada, konuklarla birlikte, Genel Kurul giriş kapısının önündeki geniş alana, bir şeyler içip atıştırmak için geçildi. Bir ara, yanıma, otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiği bir genç yaklaştı ve kendisini tanıttı.
“Efendim…” dedi, ve ekledi: “Ben, avukatlık yapıyorum. Alan olarak, vergi uyuşmazlıklarıyla ilgilenmek istiyorum; ama, verginin teknik bir konu olduğunu, muhasebe vs bilmeden, vergi uyuşmazlıklarının kavranamayacağını söylüyorlar. Korkuyorum…”.
Güldüm ve kendisine;
“Bakın… size bir anımı anlatayım” dedim ve devam ettim: “Ben, 1973 yılında, Danıştay’da tetkik hakimi ‘o zamanki adıyla yardımcı’ kadrosunda göreve başladığımda, doğrudan vergi uyuşmazlıklarıyla görevli bir daireye verilmedim. Emeklilik mevzuatından doğan uyuşmazlıklarla, şehit dul ve yetimi aylıklarından kaynaklanan uyuşmazlıklara bakan Danıştay Onuncu Dairesinde göreve başladım. Vergi konusunda da, belleğimde, değerli hocam, Sayın Mualla ÖNCEL’in fakültenin ikinci sınıfındaki derslerinden kalan, tarh, tahakkuk gibi bir iki sözcük dışında herhangi bir iz bulunmuyordu. 1981 yılına kadar da, bu Dairede kaldım. O tarihte, 521 sayılı Danıştay Kanunu, bir yardımcının, bir dairede en fazla beş yıl çalışabileceğini; bu sürenin sonunda rotasyonla başka bir daireye gitmesi gerektiğini öngörmekteydi. Fransa’ya eğitim için gönderildiğimden, benim sürem uzamıştı. 1981 yılında rotasyonla vergi dava dairesi olan, Danıştay Yedinci Dairesine gönderildiğimde, hiç bir şey bilmediğim vergi uyuşmazlıklarıyla nasıl başedeceğimi düşündükçe, büyük bir endişe ve onun etkisiyle korkuya kapılmıştım. Endişem de; vergi dava dairelerinde görevli hukuk kökenli olmayan arkadaşlarımın, ‘Vergi teknik bir konu, hukukçular, anlamaz’ şeklinde, fırsatını buldukça, yüzümüze karşı dillendirdikleri söylemlerinin payı oldukça büyüktü. Yedinci Dairede göreve başladığımda bir yığın dosya önüme konuldu. Yığından oldukça ince sayılabilecek birini seçip, önüme koydum ve uzun uzun baktım. Sonra kapağını, endişe ve korku ile açtım. Okumaya başladığımda; ilk gördüğüm şey ne oldu biliyor musunuz? Hukuk. Evet, vergi bir hukuktu. Kuşkusuz, her hukuk dalı gibi, teknik yönleri vardı; ama, bu onun bir hukuk dalı olmasına engel değildi.” dedim ve;
“ Siz, beni, nasıl bir hukukçu olarak bilirsiniz” diye de sordum. Yanıtı, “iyi bir vergi hukukçusu” oldu. Dedim ki:
“Ama, ben muhasebe bilmem. Vergi Usul Kanununda nasıl tutulacakları konusunda verilen bilgiler dışında defterlerin nasıl tutulacağını da bilmem. Muhasebe hakkında, bu kırıntı bilgi dışında herhangi bir bilgim de yok. Korkmayın, o söylem, vergi dava dairelerinde görevli meslektaşlarımın bize söyledikleri söylem; bir tür, mesleki savunma diyelim.”.
Genç, bu açıklamam üzerine, rahatladığını belli eden bir yüz ifadesiyle, teşekkür ederek yanımdan ayrıldı.
Yıl 2008. Sanırım Ocak ayıydı. Değerli vergi hukukçusu Sayın Prof. Dr. Funda BAŞARAN YAVAŞLAR’ın, İstanbul Ticaret Odası binasında, düzenlediği “Vergi ve Hukuk” konulu sempozyuma, davet üzere, konuşmacı olarak katılmıştım. Katılımcıların çoğunluğu, akademisyen ve maliyeci dostlardan oluşuyordu. Konuşmamın başında, bu anımı anlattım. O sırada, tepki neydi anımsamıyorum. Ama, sonra, ardımdan çok söylenildiğini duydum. Yazımın başında, “Maliyeci dostlarım yine kızacaklar” dememin nedeni bu.
Dosyayı okumaya başladığımda, ilk gördüğüm şeyin hukuk olduğunu söylemiştim. Emin olabilirsiniz; bu söylediğim, kesinlikle, abartma değildir. O andan sonraki her dosyayı, her uyuşmazlığı ve her yeni vergi hukuku müessesesini bu gözle inceleyip, öğrendim, kavradım, özümsedim ve çözümledim. Örneğin; önce tarh işlemini, sonra da ödeme emrini, İdari İşlem Teorisine göre, unsurlarına ayrıştırıp inceledim ve yayımladım. O tarihe kadar, okuduğum yayınlarda, bu tür bir inceleme görmemiştim. Sonraları baktım; bir çok yazar benim gibi yapmaya başladı. Bundan, yalnızca mutluluk duydum.
O tarihe kadar, vergi uyuşmazlıklarının ne tür bir davanın konusu olacağı üzerinde düşünülmemişti. Zira; 521 sayılı Danıştay Kanununun 35’inci maddesinde, ne deve, ne de kuş olan ve o günkü idari yargı sisteminin organik yapısından kaynaklanan bir idari dava türü vardı: Temyiz davası. Ama, 2577 sayılı Kanunun 2’nci maddesi, idari dava türlerini iptal ve tam yargı davaları olarak sınırlamıştı. Her ne kadar idari sözleşmelerden doğan davalardan da söz etmekte ise de; bu ayrı bir dava türü değil, doğuş nedenine bağlı olarak, her iki dava türünden birine konu olabilecek, idari uyuşmazlık türü idi. Baktım, bir “vergi davası” adlandırması, söylenip gidiyor. Oturdum; vergi uyuşmazlıklarını ve bu uyuşmazlıkları konu alan idari davaları, İdari Dava Teorisinin kurallarına göre irdeledim. Karşıma, iptal davası çıktı (tahsil edilen verginin geri verilmesine karar verilmesi isteğinin de olması durumunda, iptal ve tam yargı davalarının birlikte olabileceğini gördüm). Vergi davası diye bir dava türü olmadığını, bunun bir idari uyuşmazlık türü olduğunu; bu uyuşmazlıkları konu edinen idari davaların iptal davası olduğunu; bu uyuşmazlıklarda verilen kararlarda, “verginin terkini”, “tarhiyatın onanması-tasdiki”, “tarhiyatın tadilen tasdiki” gibi ibarelerin, Anayasa ve 2577 sayılı Kanunla yasaklanan, idari yetkinin yargıç tarafından kullanılması anlamına geleceğini; “kaldırma” ibaresinin de, “iptal” hükmü ile aynı hukuki sonuçları doğurmayacağını söyledim ve makale haline getirip, Danıştay Dergisinde yayımladım. Kıyamet koptu. Görevli olduğum Dairenin başkan ve üyelerini ikna ettim; ama, Vergi Dava Daireleri Genel Kurulu’nda büyük tartışmalar yapıldı. Sanırım, 1989 veya 1990 yılıydı, oturumlardan birinin konusu, vergi; sunumlardan biri de, vergi uyuşmazlıklarının konu olabileceği idari dava türüydü. Değerli Konuşmacı, Prof. Dr. Ahmet KUMRULU, benim görüşlerime de göndermede bulunarak, vergi uyuşmazlıklarının konu edileceği idari dava türünün iptal davası olduğunu söyledi. O tarihten sonra, Öğreti’de, cılız bir iki ses dışında, vergi uyuşmazlıklarını konu alan bu davalara, tam yargı davası veya süijeneris dava diyen kalmadı. Ama, Danıştay’ın (bir dairesi hariç) daireleri ile idari yargının alt kademelerinde, bu kabule, sessiz bir direniş süregelmektedir.
Vergi yasalarında 1986 yılında yapılan yeni düzenlemelerle, vergi idaresinin, zamanında beyan edilip tahakkuku yaptırılmayan veya eksik beyan edilen vergi için yapacağı ikmalen, re’sen ve idarece tarhiyatlara gecikme faizi uygulaması kabul edildi. Böylece; vergisini zamanında beyan etmeyen mükellefler, vergi ve cezası dışında, bir de faiz ödemek zorunda kalmış oldular. Ama, baktım; vergi idaresi hukuka aykırı tarh işlemi yaparak vergiyi tahsil ettiğinde, yapmış olduğu tarh işleminin yargı yerlerince iptal edilmesi üzerine, yıllar sonra, aldığı vergiyi aynen geri veriyor; mükellefe faiz ödemiyordu. Oysa; enflasyon oranının çok yüksek olduğu o yıllarda, verilen para çerez parası değerinde kalıyordu. Bu, benim, eşitlik, dolayısıyla adalet anlayışıma uygun değildi. Konuyu; Fransa’da özel olarak ilgilendiğim, “İdarenin Sorumluluğu” müessesesinin ilke ve kuralları çerçevesinde çözebileceğimi düşündüm. Esasen; Anayasanın 125’inci maddesi de, idarenin hukuka aykırı işlem ve eylemlerinden doğan zararları ödemek zorunda olduğunu söylemiyor muydu? Ayrıca; idarenin sorumluluğu kuralların göre, hukuka bağlı olması gereken idarenin hukuka aykırı olarak yapmış olduğu her işlem ve eylem, birer hizmet kusuru oluşturmuyor muydu? Dahası; faiz, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay kararlarında açıkça vurgulandığı üzere, gerçekte, üçüncü kişi tarafından kullanılan bir miktar paranın mahrum kalınan nemasının karşılığıydı ve bu karşılık, paranın rızai kullanımında kira; haksız kullanımında, tazminat niteliğini alıyordu. Çözümü bulmuştum. Hukuka aykırı olarak tahsil edilen vergi geri verildiğinde, vergi idaresinin, verginin aslı dışında, mükellefe, ayrıca, idarenin soruumluluğu ilkelerine göre, tazminat olarak faiz de ödemesi gerektiğini söyledim. Kıyamet, yine koptu. Vay efendim… Ben verginin kanuniliği ilkesini bilmiyormuy muşum? Açık kanun hükmü olmadan, idare nasıl faiz ödermiş? Yasal faiz diye bir müesseseden haberim yokmuy muş? O yasanın varlığı bile, faiz ödenmesi için yasaya ihtiyaç olduğunu gösteriyormuş; vs, vs. Yıllarca; tazminat hukukundan, Anayasa hükmünden, yasal faizle ilgili kanun düzenlemesinin amacının ne olduğundan söz ettim durdum, eleştiriler dinmedi. Ama; kamunun vicdanında da, bir haksızlığın varlığı inancı oluştu. 1998 yılında, VUK’nun 112’nci maddesine eklenen 4’üncü fıkrayla, güya, vicdanları rahatlatmak istenildi. Ama, yapılan düzenleme, kesinlikle, soruna çözüm olmadı. Üye olarak görev yaptığım, Danıştay Yedinci Dairesinde, ilk kez 2002 yılında, dolaylı olarak; 2005 yılında da, doğrudan tazminat olarak faize hükmettik. Ama, diğer dairelerde ve özellikle de, VDDK’nda direnç aynen devam etti. Hatta; 2005 yılında vermiş olduğumuz kararın ısrarında, Kurul, öylesine açık olan haksızlığı gördü ki; faiz verilemez diyemedi. Ama, kararımızı, VUK’nun 112’nci maddesinin, olayla ilgisi olmayan, söz konusu 4’üncü fıkrasına dayanarak, uygun buldu. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, 2006 yılında vermiş olduğu Eko-Elda/Yunanistan kararında, bizim bakış açımızı, doğruladı. Daha sonra da, Anayasa Mahkemesi, VUK’nun 112’nci maddesinin 4’üncü fıkrasını, İHAM’ın anılan kararından da söz ederek, iptal etti. Bundan sonradır ki; Danıştay içtihadı da, hukuka aykırı tarhiyat yapan vergi idaresinin de, tazminat olarak faiz ödemesi gerektiği yolunda kararlar vermeye başladı. Bu kararlara bakarsanız, Danıştay Yedinci Dairesinin 2005 yılındaki kararında yazılı gerekçelerin izlerini görürsünüz.
Bunları niye anlattığımı biliyorsunuz. Yanıtlarımda, size, vergi hukukuna nasıl yaklaştığımı, deneyimlerinden örneklerle göstereceğimi söylemiştim. Sanıyorum; bu örnekler, yaklaşımımı açıkça ortaya koymaktadır. Ben, her yeni soruna halen de, aynı şekilde yaklaşırım. Demek ki, vergi hukuku, herşeyden önce bir hukuktur. Öyle bir hukuktur ki; hayatın her alanıyla ilgili olması sebebiyle, hukukun da, başta Anayasa Hukuku, İdare Hukuku, Medeni Hukuk, Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku, Ceza Ve Kabahatler Hukuku ve de İnsan Hakları Hukuku olmak üzere, hemen hemen her alanıyla ilgilidir. O zaman; vergi hukukuna doğru yaklaşabilmek için, öncelikle, bu hukuk dallarında, temel müesseseleri itibarıyla, bilgi birikimi, şart demektir. Ama; daha önce, hukukun kendisiyle ilgili yeterli nosyonun kazanılması da gereklidir. Ben, kişiye bu nosyonun, Roma Hukuku, Hukuk Başlangıcı Dersleri ve, özellikle de, Hukuk Felsefesinin (Hukuk Sosyolojisini de eklemek gerekebilir) kazandırdığına inanıyorum. İsterseniz bir deneyin.
Bugünlük bu kadar açıklamanın yeterli olacağını düşünüyorum. Sorularınız olursa sorabilirsiniz. Sağlıcakla kalınız. 29 Ağustos 2019.
Tamam üstadım şimdi gönderiyorum 🙏🏻
Sn. Turgut hocam önerilerinizi dikkate alıp önceliği hukuk nosyonunu ele almakla başlayacağım. Eylül başında genel manada hukuku ele alıp hukuk temelimi artırmaya başlayacağım. Bu arada kitaplarınızın bazıları Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi kütüphanesinde mevcutta bulunmakta. Ayrıca araştırmalarım üzerine Bursa Uludağ üniversitesinde de mevcutta bulunmakta. Yüksek Lisansa başlayacağımdan mütevellit evde kalacağım, bunun için Bandırma’ya Eylül’ün 10 unda geçeceğim. Kaynak açısından sıkıntım bir nebzede olsa kalmayacak. Okulda İnternet ve kitaplar mevcut olduğundan dolayı. Şimdi daha çok ingilizcenin üzerine düşüyorum. Özgür hocamında dediği gibi altın bileziği geçirmem lazım koluma. Çok teşekkür ederim cevap için üstadım. A4 e çıktısını alıp enine boyuna inceleyerek yorumunuzu ele alacağım.
SAYIN BAŞSAVCIM İYİ AKŞAMLAR
VUK NUN 126 MADDESİNDEKİ DEGİŞİKLİKTEN VE GEREKÇESİNDEN,
ÖDEME EMRİNİN İPTALİ İSTEMİYLE AÇILAN DAVALARDA AÇIK VERGİ HATASI İDDİASINDA BULUNAMIYACAĞI ORTAYA ÇIKIYOR MU ??? ÇIKMIYOR MU?
SADECE VUK 126 MADDESİNDEN HARAKETLE GÖRÜŞÜNÜZÜ SORUYORUM.
SAYGILARIMLA
MEHMET FATİH ERCİYAS
Bu soruyu, daha önce yanıtladığımı hatırlıyorum. Ben değişiklikten önceki metinde esasen ödeme emrinin kendisinin düzeltme ve şikayet başvurularına konu olamayacağı; değişiklik gerekçesinin de, bu sonucu pekiştirdiği görüşündeyim.
Sayın ERCİYAS, buna benzer sorunuza daha önce “Evet, o anlama gelir” şeklinde yanıt verdiğimi anımsıyorum; ama, bir kez daha yanıtlayayım: Kanun koyucu’nun Vergi Usul Kanununun 126’ncı maddesinde düzeltme (114’üncü maddede yazılı) zaman aşımını uzatan değişiklik yaparak;gerekçesinde de, bu zaman aşımı süresi içerisinde aynı Kanunun 122’nci maddesi uyarınca yapılacak düzeltme başvurusunun konusu olarak ödeme emrini değil de, ödeme emri içeriği olan vergiyi göstermiş bulunması; hiç kuşku yok ki, ödeme emrine karşı, 6183 sayılı Kanunun 58’inci maddesi uyarınca açılan davada, vergilendirme işleminde yapılan vergi hatası niteliğindeki hataların, “Borcum Yoktur” iddiası kapsamında incelenemeyeceği anlamına gelir. Eğer, ödeme emrine karşı açılan iptal davasında, VUK’nun 116 ve devamı maddelerinde yazılı vergi hatalarının “borcum yoktur” kapsamında incelenebilmeleri olanaklı bulunsaydı; vergi hataları, zaten, ödeme emrine karşı açılacak davada, ileri sürülebileceğinden; ayrıca, Kanun koyucu’nun ödeme emrinin konusu vergide vergi hatası bulunan mükelleflere düzeltme başvurusu için ek zaman aşımı tanıyan düzenleme yapmasına gerek olmazdı. Kanun koyucu, tarhiyatın iptali istemiyle süresinde açılan davalar dışında, vergi hatalarının, münhasıran, VUK’nun 122 ve 124’üncü maddeleri uyarınca yapılacak başvurulara konu edilebileceği kabulü ile hareket etmiştir.
SAYIN BAŞSAVCIM MERHABA
AŞAĞIDAKİ HUKUKİ YORUMUM SİZCE DE DOĞRU MU?
1- CEZALI TARHİYATA İLİŞİKİN VERGİ/ CEZA İHBARNAMESİ USULÜNE UYGUN BİR ŞEKİLDE TEBLİĞ EDİLİYOR. AMA CEZALI TARHİYATTA AÇIK VERGİ HATASI VAR.
2- MÜKELLEF AÇIK VERGİ HATASI OLAN CEZALI TARHİYATA DAVA AÇMIYOR.
3- DAHA SONRA MÜKELLEF ADINA ÖDEME EMRİ DÜZENLENİP TEBLİĞ EDİLİYOR. ÖDEME EMRİNİN İPTALİ İSTEMİYLE DAVA AÇIYOR VE AÇIK VERGİ HATASI OLDUĞU İDDİASINDA BULUNUYOR.
4- BU DAVADA VERGİ MAHKEMESİ DAVANIN REDDİNE KARAR VERMELİDİR. ÇÜNKÜ BU AŞAMADA VERGİ MAHKEMESİ AÇIK VERGİ HATASINI DİKKATE ALMAZ.YANİ AÇIK VERGİ HATASINI ” BÖYLE BİR BORCUM ” YOKTUR İTİRAZI KAPSAMINDA GÖREMEZ.
5- PEKİ VERGİ MAHKEMESİ AÇIK VERGİ HATASI İDDİASINI NİYE DİKKATE ALAMAZ.. ÇÜNKÜ YASA KOYUCUNUN İRADESİ BU YÖNDE.
6- PEKİ YASA KOYUCUNUN BU ŞEKİLDE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ NERDEN ANLIYORUZ.?
7- YASA KOYUCUNUN BU ŞEKİLDE DÜŞÜNDÜĞÜNÜ 213 SAYILI VUK NUN 126 MADDESİNDE YAPILAN DEĞİŞİKLİKTEN VE DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİNDEN ANLIYORUZ.
ÇÜNKÜ ;
*GEREKEÇE DE* ;
*”* MÜKELLEFLER ÖDEME EMRİ TEBLİĞİ ÜZERİNE ,
ADLARINA VERGİ/ CEZA İHBARNAMESİYLE İLANEN TEBLİĞ EDİLEN VE AÇIK VERGİ HATASI İÇEREN CEZALI TARHİYATLARI ÖĞRENİYORLAR.
ÖDEME EMRİNİN TEBLİĞİ ÜZERİNE, ÖĞRENDİKLERİ ÖDEME EMRİ İÇERİĞİ AÇIK VERGİ HATASI İÇEREN CEZALI TARHİYATLAR İÇİN DÜZELTME- ŞİKAYET YOLUNA GİDEMİYORLAR.. ÇÜNKÜ AÇIK VERGİ HATASI İÇEREN BU CEZALI TARHİYATLAR İÇİN DÜZELTME- ŞİKAYET ZAMANAŞIMI GEÇMİŞ OLUYOR. BU YÜZDEN ÖDEME EMRİ İÇERİĞİ CEZALI TARHİYATLAR İÇİN DÜZELTME- ŞİKAYET ZAMANAŞIMINI UZATTIK.
DENİYOR.
DEMEK Kİ, YASA KOYUCUNUN İRADESİNE GÖRE;
ÖDEME EMRİ TEBLİĞİ ÜZERİNE ,
ÖDEME EMRİ İÇERİĞİ OLUP, AÇIK VERGİ HATASI İÇEREN CEZALI TARHİYATLARI ÖĞRENEN MÜKELLEFLER ,
EĞER 15 GÜNLÜK DAVA SÜRESİ İÇİNDE ÖDEME EMRİNİN İPTALİ İSTEMİYLE DAVA AÇARLARSA,
AÇIK VERGİ HATASI İDDİASINDA BULUNAMIYORLAR. YANİ AÇIK VERGİ HATALARINI ” BORCUM YOKTUR” İTİRAZI KAPSAMINDA İLERİ SÜREMİYORLAR .
EĞER AÇIK VERGİ HATASINI İLERİ SÜRME İMKANLARI OLSAYDI, YASA KOYUCU BÖYLE BİR YASA DEĞİŞİKLİĞİ YAPMA GEREĞİ GÖRMEZDİ.
ÇÜNKÜ, AÇIK VERGİ HATASI İÇEREN CEZALI TARHİYATLARA KARŞI DÜZELTME- ŞİKAYET ZAMANAŞIMI SÜRESİ GEÇMİŞ OLSA BİLE,
ÖDEME EMRİ TEBLİĞİ ÜZERİNE , 15 GÜN İÇİNDE ÖDEME EMRİNİN İPTALİ İSTEMİYLE DAVA AÇILIP, AÇIK VERGİ HATASINI İLERİ SÜRÜLEREK ÖDEME EMRİNİN İPTALİ SAĞLANABİLİRDİ.
DEMEK Kİ ÖDEME EMRİNİN TEBLİĞİ ÜZERİNE 15 GÜN İÇİNDE ÖDEME EMRİNİN İPTALİ İSTEMİYLE AÇILAN DAVADA ,
ÖDEME EMRİ İÇERİĞİ CEZALI TARHİYATLARDA AÇIK VERGİ HATASI OLDUĞU İLERİ SÜRÜLMEK SURETİYLE ÖDEME EMRİNİN İPTALİNİN SAĞLANMASI MÜMKÜN DEĞİL.
SAYGILARIMLA
MEHMET FATİH ERCİYAS
Sayın ERCİYAS, bu son iki sorunuzun yanıtı, bir önceki açıklamamda var zaten. Amaç ve sistematik yorumlar, bizi, sizin de yaptığınız yorumu, kuşkusuz, götürüyor.